30 Nisan 2010 Cuma

ömür törpüsü


hayat,aslına bakarsanız az çok bize verilenle ilgili bir şey bence. annemizden, babamızdan gördüklerimizi, sadece günün koşullarına, bazı bazı bencil isteklerimize ve az biraz karakterimize göre yoğurup afiyetle yaşıyoruz.


ben her ne kadar "hayır, ne alakası var canım! annem, babamın hayatıyla benimkisi ne kadar farklı görmüyor musunuz" diyecek olsam da, bal gibi de annemin kızıyım. bunu, en minik detaylarda anlayabiliyorum. işte size samimi bir anektod..


geçen gün, buradaki çok yakın bir erkek arkadaşımla bir cafede oturmuş, güneşin tadını çıkarıyorduk. muhabbet süper, önümde "Frühstück Istanbul" (Istanbul Kahvaltısı) tabağı, içinde sucuk, mis gibi beyaz peynir, vs.. Görseniz, siz de kendinizi sahiden Istanbul'da sanardınız. önümüzde de portakal suyu ve Campari'yle karıştırılmış sparkling wine. güneş gözümüze giriyor. süper anlayacağınız.


bir muhabbet açıldı, bir kızdan bahsediyordu Alper. kendisi bana bol bol mahrem hikayelerini anlatır, ben de hayret dolu bakışlarla gülerim, kızarım, şekilden şekile girer sonunda da kendime o hikayelerden bir ders payı biçerim. böyle böyle konuşurken, alper öyle bir şey dedi ki zınk diye kaldım yerimde.

"ya bırak Allahaşkına, o kız Allah bilir tırnaklarını da çıtçıtlı makasla kesiyordur" !!!


o bir anlık suratımdaki bulantıyı, gözlerimde gelip giden tedirginlik dalgasını saklayan kocaman gözlüğüme minnettarım.


evet, itiraf ediyorum. hiç ojesiz gezmem, ayıptır söylemesi her türlü bakımlıyımdır ama..


tırnaklarımı çıtçıtlı makasla kesiyorum! :)


"ehe.. ehe.." diye seyreden, tedirgin ve kısa gülmelerle geçiştirdim konuyu. ama alper anlattıkça anlattı. bence bal gibi anladı benim de "o"nlardan biri olduğumu. aslında, anlamamış da olabilir; çünkü kendisi beni çok bakımlı ve şık bir bayan olarak görüyor. bozmaya gerek yok diye düşünüyorum. sonrasında, haftalardır ilk defa hava alsın diye ojesiz bıraktığım tırnaklarımın görünüşüne lanet ettim, sakladım ellerimi.. komik oluyoruz hepimiz bazen.


yaa, işte ben de biraz hava alsın diye sürmedim oje, dedim.


biliyorum canım, arada bir havalandırmak lazım, dedi. şaşırdım.


ya ellerini öyle kesiyorsa ayaklarını kesin çıtçıtlı makasla kesiyordu o kız!, dedi


yok artık, onu neyle kesicekti! neyle keseceğiz!, demedim ben. düşündüm sadece.


büyük ihtimalle, demekle yetindim.


sonra şöyle bir durdum düşündüm.. bir farkettim ki, etrafımdaki herkes tırnaklarını törpülüyor, ablam, bütün dostlarım, ve en sıklıkta da annem, birbirine kavuşturdukları dizlerinin üzerine örttükleri beyaz "kozmetik havlu"larıyla o sinir bozucu sesi çıkarırken, bendeniz hep o "odadan kaçan kız" olmuşumdur.


iyi de, annem bile yapıyor. hatta çok da sık yapıyor. herkes yapıyor. ben niye yapmamışım ki? hayır, olay sadece sürünün bir parçası olmak da değil. gerçekten güzel görünüyor yapılınca.


sonra sebebini buldum. yani suç muç değil, sadece sebep: annem gibi bakım konusunda ilkokul beşten itibaren bana bakıma dair her türlü konuda rehberlik eden, yeri gelince bir Hitler kesilen canım anneciğim, törpüleme konusunu unutmuş olsa gerek.


kızdım kendime.. tırnaklarımı çıtçıtlı makasla kestiğimden falan değil.. çok da severim çıtçıtlı makası, çok pratik. ama, annemin bana gösterdiklerinin üzerine bunca yıldır gözümün önünde olan bir hususu kendi kendime lugatıma ekleyememekten hüzün duydum.


kimbilir daha neleri kaçırıyorum dedim. en iddialı olduğum konulardan birinde bile, bir erkeğin ağzına malzeme olabilecek bir falsoyu bizzat yapıyordum.


işte böyle dostlar. erkekler okumasa da olur bu yazıyı. kızlara özel oldu biraz. ama tırnak sadece bir metafor da olabilir, sonuçta varmak istediğim nokta; eğer siz de benim gibi annenizi, babanızı hayranlık derecesinde seviyor, onları hayatınızda bir rol model olarak görüyorsanız, siz de benim gibi dikkat etmelisiniz. bazen, onların hayatına çok paralel kaldığımı, arada bir zigzaglar çizmem gerektiğini hissediyorum. o anlardan birinde yaptığım başvuru sayesinde de buradayım zaten.


Alper ve ben. Alper,resmi görünce Alaattin'in cini gibi çıkmışım dedi. hak verdim.



bu da Frühstück Istanbul'umuz. Cafe de gayet Alman üstelik!



bir de... uzun bir aradan sonra, tekrar merhaba.



törpülü tırnaklarımdan ve bordo ojelerimden de selamlar! =)

16 Nisan 2010 Cuma

take me home...



evdeyim. babamla konuştum az önce. tam iki hafta olmuş konuşmayalı. o 14 günün özlemi bumerang oldu, beni buldu.

en değerlimin, babamın, bir kere seni çok seviyorum demesi yeter bana. gözlerime, yaşlarına.

kapatınca telefonu, oturdum yatağımda, kamburum sırtımda. öylece ağladım usul usul. hala duramıyorum. clocks'ı repeat'e aldım, öööylece oturuyorum sadece. boşalıyor yaşlar. içim boşalıyor gibi.


üstüne bir de dodo'mun yazısını okudum, katmerlendi mi tüm hisler?


programlar iptal edilsin, tatlıcığım ekilsin. yengeç, kabuğuna çekilsin.


bu geceyi, sadece evi özlemeye adıyorum.

clocks'ın sert ritmleriyle su yolunu bulsun diyorum. aksın, gitsin ne varsa içimde..

14 Nisan 2010 Çarşamba

it's cool to be schwul

akademik açıdan sıfır yol alıyorum bu günlerde. nasıl oluyorsa, her gün günümü dolduracak işler bulabiliyorum kendime. bir gün buraların mıhtarlığına kaydolmam gerekiyor, öbür gün erasmus ofisine gitmem, öbür gün ders, kurs vs.

akşamları yeni adetim facebook chat'e girmek, bütün geceyi öldürmek ama çok gülmek çok mutlu olmak.. bu adetim, dün birbirimize verdiğimiz sözden ötürü artık son buluyor inşallah. artık o saatleri internette değil yanyana harcamak lazım.

insanın sevdiği şeyleri yapması ne kadar önemli. mesleğimi, dalımı o kadar sevmeme rağmen tezimde konumla ilgili bir şey yapmadığım anda dikkatim öyle bir dağıldı ki kısır bir döngünün içinde buldum kendimi. ilgim olmayan konu bir eşik gibi, ve ben onu görmezden gelip erteledikçe asla tezimin asıl istediğim kısmına gelemeyeceğim biliyorum. ona rağmen içimden aptal bir bilgisayar programını açıp bütün gün modelleme dilini öğrenmek gelmiyor işte. .

son günlerde, oradan oraya boş beleş, avare avare dolaşırken çok gezdim ve çok gördüm. bir sürü gözlem yaptım. yavaş yavaş hepsinden bahsedeceğim.

Berlin'de ne kadar alman ve alman kültürü var o da tartışılır bir durum ama en azından bir Berlin kültürü olduğu kesin!

mesela homo"hobik"liği... bu şehre gelecek/gelmek isteyen/gelmeyi düşleyen herhangi bir kıza verebileceğim tek bir tavsiye var: hayatının aşkını bulma ümidini buraya bırakma! ben, geçirdiğim dört ayın sonunda beynimdeki "avrupa'lı erkekler" klasörüne girdim, settings'e tıkladım, default setting'i "straight"ten "gay"e çevirdim, apply dedim ve kaydettim. artık önüme gelen herkes gay benim için; eğer aksi bir durum varsa baya bir ispatlamalı.

gay olmanın cool olduğu, insanların birbirlerine "adamım!" yerine "hey, ma' gay!" dediği bir şehirde, saçlarını sala sala yürüyüp ayakkabının yüksek topuklarıyla kaldırımı tıklattığında, dünyanın herhangi bir şehrinden çok daha az ilgi görüyorsun. ilk önce alınıyor, bozuluyorsun. nasıl yaa, herkes çipil, ben melez tenliyim, niye bakmıyorlar yaa?! diye kalıveriyorsun. sonra önünde, arkanda, sağında ve solunda yürüyen tüm 23 beden (kız bedeni) skinny ötesi kotla sarılı minik popolarını oradan oraya sallayan erkekleri görüp boşvermeyi öğreniyorsun. bu, ilk aşama.

bir süre sonra, yolda elele dolaşan erkekler görüyorsun, kulüplerde öpüşenler oluyor, şehrin gençlik dergisinin arkasında kulüpler ve partiler listesinde gay clubs başlığı altında uzanan uzun listeyi görüyorsun, boşveriyorsun. bu da ikinci aşama.

son aşamada, akşam çılgın bir partide yakışıklı mı yakışıklı bir çocukla takılıyorsun. ertesi gün, çocuğun gay olduğu dedikodularını duyuyorsun. suç mu duymalısın, tiksinti mi bilemiyorsun. "en azından biseksüel olsun yahu!" diyorsun, bu da son aşama. bir bakmışsın, pratikte artık sen de bir homo"hobik"sin ;)

iş burada da bitmiyor bazen. bir bakıyorsun, birileri seni de gay ilan etmiş. bana oldu bu. hatta her kız kıza takılan kıza oluyor galiba. buradaki en yakın arkadaşım sena'yla siyam ikizleri gibi ortamlarda hep beraber gezdiğimiz için -aramızda (buradaki tüm jenerik insanların yaptığı gibi)hiçbir dokunmalı/öpmeli şaka yapmamamıza rağmen- bizi couple sanmaları üzerine, üzgünüm sevgili okuyucu ama, "oooooha" yı bastık. bütün bir gece, ne kadar straight olduğumuzu ispatlamak için varımızı yokumuzu seferber ettik. homohobik olsak bile onlardan biri değiliz dedik durduk ama gecenin sonunda erkek arkadaşlarımızın yüzünde hala o ikna olmamış ifade vardı. hiç de olmayacaklar galiba.

homoseksüellere dair anlatılacak çoook şey var bu şehirde. çok ilginç şeyler duyuyor, öğreniyorum.

aslına bakarsanız, bu şehire dair anlatılacak çok şey var bu şehirde. beş ayda anlatılabilecek kadarını anlatmayı deneyeceğim.

o zamana kadar dinlemede kalın, bis zum naechsten Mal!*





* gelecek sefere kadar hoşçakalın!
** şu an bende olmayan bir fotoğraf var, ben ve bir grup erkek arkadaşımın fotoğrafı. benim dışımda herkesin hafif/ağır gay olduğu bir fotoğraf. ileriki günlerde editleyip koyacağım. tchüss!

11 Nisan 2010 Pazar

preciosa

çok şey yazmak istiyorum. güzel şeyler oluyor, doğumgünleri oluyor, arkadaşlar ediniliyor. ama hiç halim yok.. tatlı bir yorgunluk var üzerimde. sabah erkenden dansedilen afrolatin danstan, sonra da tatlı bir insanla yapılan uzun park yürüyüşünden gelen bir yorgunluk. afrolatin danstan sonra uzun uzun bahsedeceğim; hayatımı renklendiren güzel detaylardan biri o artık. tatlı insana gelirsek.. ona da yakında daha detaylı eğileceğim galiba; hayatımın bir parçası olmak için yavaş ve sağlam adımlarla ilerleyen güzel bir insan...

bugünden çok korkuyordum. 11'ler bana son bir buçuk yıldır (eski) sevgilimi çağrıştırırdı; ay dönümümüz olması itibariyle. korktuğum olmadı.

çok güzel bir gündü.. buluştuk, bolca yürüdük, hayatımla diğer insanlardan daha farklı ilgilenen birinin yeniden hayatımda olmasının tadını çıkardım; bıdı bıdı konuştum, o dinledi. o konuştu, ben dinledim. ellerimiz üşüdü çok. ona rağmen gittik leziz bir Peru dondurması yedik sonra da Berlin'in en güzel parkını keşfettik. yattık çimlere kahkaha attık. psikolojisini güneşe endeksleyebilen iki insan olarak zor o kadar kapalı bir havada kahkaha atabilmek. yürüdük yürüdük sonra yine, ben geç kaldım arkadaşlarımın yanına, leyla gibi farklı cafe'ye gittim, kimseleri bulamadım. sonra döndüm şehrin diğer ucuna gittim. adım çıktı leyla'ya, haydi hayırlısı.

belki çok şey, belki de hiçbir şey. yaşananlar ya çok gerçek ya da çok yalan. tam ortasındayım her duygunun. hislerimin sivrilikleri kalmadı, ne gelirse yaşarım gibi bir şey. tek yapabileceğim, hayatın karşıma güzel şeyler çıkarmasını dilemek...

bu ayın 11'i son birkaç ayın 11'i gibi geçmedi. az biraz da onun sayesinde.

ve ben nolursa olsun, her şeyin gerçek olmasını istiyorum. sonunu düşünmeden, kalbime layık sevmek istiyorum.

mümkün mü?

5 Nisan 2010 Pazartesi

Frohe Ostern!

gerçek anlamda kutladığım ilk paskalya çok güzel geçti!

alman ailem diyebileceğim dostlarımız eskiden, Çeşmealtı'ndaki yazlıklarında çalıların arasına almanya'dan getirdikleri küçük yımırtları saklarlardı, ben yaklaştıkça da "oster haseeeen" diye bağırırlardı. o çikolataların parıltılı ambalajlarını dalların arasında görünce ne çok sevinirdim hala hatırlıyorum.

yıllar sonra, bu yıl yine bu geleneğin bir parçası olmak güzeldi. sabah erkenden kalktım, bir baktım ev arkadaşım beni gülerek karşıladı, elinde de pembe bir paket. bana paskalya hediyesi almış! bir tavşan ve bir sürü küçük yumurta.. ne kadar sevindiğimi anlatamam!





çocukken yemeye kıyamadığım, bu yüzden de beyazlaşıp bayatlamaya mahkum edilen çikolataların kaderi bu sefer farklı olacak :)


sonrasında giyindik, süslendik vee doğruca brunch'a! brunch yolunda ev sahibimin kızıyla buluştuk, hep beraber güle oynaya güzel bir italyan lokantasının yolunu tuttuk. oturduğumuz gibi bir baktım, ev arkadaşımın kızının da ellerinde küçük poşetler var! ikinci hediyem de gelmiş oldu böylece. çocukluk günlerime döndüm, şen çocuklar gibi tavşanlarımla poz verdim, eğlendim, güldüm, sonra da tıka basa yedim.




işte bu da ikinci hediyem- bir tavşan, bir vanilya mumu ve bir parlatıcı.







çılgın ev arkadaşım ve ben, tavşanlarımızla "call me" mesajı verirken




ev arkadaşımın kızıyla beraber, ben yine hediyelerim dolayısıyla pek bir gülüyorum.



çok güzel bir paskalyaydı; Hristiyan, Müslüman, Musevi ya da her ne diniyse onun geleneği farketmez; insanlarla paylaşılan, mutluluklarına ortak olduğunuz tüm özel günler tüm insanlara ait bence. ben dün çok mutlu oldum ve o "aile" duygusunu yaşadım. ve yaşattım da; ev arkadaşım çok mutlu oldu.



herkesin paskalyası kutlu olsun!




3 Nisan 2010 Cumartesi

geç mart, gel nisan

nisan'dan herkese merhaba! boş geçen bir cumartesi günü, dostlarımın gerçekte uzakta olduğunu hatırlamaca. evde, yatağımın üzerinde yatıp gözlerimi tavana dikmeyeli, telefonum "e hadi çıkmıyor muyuuuz" demeye hazırlanan arkadaşlarım tarafından çaldırılmayalı uzun zamanlar olmuş. hatta belki olmamıştır bile. hayatta her şey lazım diyeyim, kendimi motive edeyim.

bir süredir yazmıyorum, olaylar oluyor. her şeyden önce Gülş bana çooook güzel bir mesaj yazdı, onu okudum ve çok mutlu oldum. You made my day, Gülş! yazmaya devam, fotoğraf tavsiyesi de artık aklımda. arkadaşlar iyidir.

bir süredir fotoğraflara bak(a)mıyorum. durup dururken kendimi üzmeye gerek yok. ama, yakın zamanda bahardan, berlin'den fotoğraflar geliyor.

burada yarın paskalya başlıyor. her yer yımırt ve tavşan dolu. geçen gün eve geldiğimde ev arkadaşımı (nam-ı diğer anneannem) koltuğunda beti benzi atmış, mutsuz buldum. parası olmadığı için paskalya dalları alamamış, son zamanlarda istediği hiçbir şeyi yapamamıştı. hayatımda hiç bu kadar deneyimli, yaşlı bir insanı teselli etmeye çalışmadığımı fark ettim. zor oldu. sonunda gece karanlığında indik aşağı, apartmanın bahçesindeki çalılardan dallar kestik. halimiz gerçekten görmeye değerdi; 23 yaşındaki bir kız elindeki anahtarlık fenerle dalları aydınlatırken 70 yaşındaki kadın kağıt makasıyla dalları kesmeye çalışıyor. her şey bir yana, sonunda eve geldiğimizde morali düzelmişti ev arkadaşımın. bu her şeye bedel bence. bir de çok güzel süslemiş, bence yapay süslerden bile güzel görünüyor şimdi..

birileriyle tanıştım bu hafta. bitmek bilmeyen iltifatları ve çipil gözleriyle haftamı epey bir renklendirdiler. hayatıma devam eder gibi oluyorum, inanıyorum, seviniyorum. iki gün sonra geri tepiyor, herkesi itiyorum etrafımdan. benim hala umudum var diye başlayan günler, seni görebildiğim yer rüyalar artık.. deli diyorlar bana, ah bu ayrılık.. diye bitiyor bazen. ne yapmam gerektiğini bilemediğim dönemler silsilesindeyim;hem akademik hem de duygusal açıdan. belki de yeni çipil esmere bir şans vermek gerekiyordur. bilemiyorum.
ben hala nemrut ve ketum (eski) sevgilimi seviyorum...

hayat, genel hatlarıyla iyi. sıcaklıklar tipik dini bayramlardaki seyrini bozmayıp ani bir inişe geçmiş olsa da, artık güneş hiç terketmiyor buraları. yaz çocuğunun en ihtiyacı olan şey..

ha bir de, dün babamın 60. doğumgünüydü. annem ona çok güzel bir sürpriz parti hazırlamış; babam eminim tüm sevdiklerini gördüğüne çok sevinmiştir. ama daha da iyi bildiğim bir şey var. o da babamı o gün en mutlu eden şeyin mangalda yenen bonfileler olduğu... tontonumun yanında olmak isterdim. canım babam, seni çok seviyorum!

sonunda bir telefon geldi. artık vakit gezme vaktidir. sayı olarak az olsa da, buradaki arkadaşlarımı da seviyorum pek çok. hayatımdaki değişiklikleri beynim de kabullenirse, bir bakarsınız o arkadaşlara biri daha eklenir, farklı bir sıfatla.. kimbilir.. Berlin, baharda çok güzel oluyor. yaz daha da iyi olacak. paylaşmam lazım, sevmem lazım.
seni sevsem, sen de beni sevsen iyiydi ya.. ısrarla istiyorsun başkalarını sevmemi. tuhaf..

bekleyelim ve görelim. ne demiş ayşecik. sevelim, sevelim, seveliimm...