23 Ekim 2010 Cumartesi

why so serious?

Almanlar soğuk falan değil. ben bunu anladım burada. (türkiye'deyim artık bu arada)

rol yapmıyorlar sadece bizim gibi, istediklerine "ich wollte", istemediklerine "ich will nicht" diyorlar olup bitiyor.

senin, benim ve geri kalan 70 milyon insanımızın yaptığı gibi, yolda en son on sene gördüğü bir tanıdığına "mutlaka görüşelim cnmmm [bu kısaltmadan da hiç mi hiç hazetmem]" deyip telefon numarası bile dahil hiçbir iletişim numarasını almadan gitmiyor mesela.

hadi sen Almanlık yaptın diyelim, o cnmmm karakteriyle buluşmak için kastığında da o gelmez ki zaten. işi vardır; bir şeyler bir şeyler.

herkes herkesi sevmek zorunda da değil mesela Almanya'da. çatır çatır söyler sevmediğini de suratına. aa, bizde öyle mi! ayıp evladım, hadi git oyna kardeşinle.

ben Türk milletini herkesten çok seviyorum; o, su götürmez bir gerçek. hatta Jose beni kafatasçı ilan edecekti neredeyse.

ama bildiğim bir şey var.. yap-ma-cı-ğız. birini sevmemeyi, güleryüz göstermemeyi sosyal tabu addetmişiz; daha da ıslah edemiyoruz o körelmiş duygusal dürüstlüğümüzü.

görüşülen birçok emlakçı, görülen birçok İzmir erkeğinin sonucunda bugünün sonucu da budur.

Almanlar'ı özledim.


8 Ekim 2010 Cuma

gizli-saklı

eski sevgilim, bir blog yazarıydı. hatta blog fikrine beni alıştıranlardan biri o'dur; diğeri de kuşkusuz dodosdreamroom...

ayrıldığımız andan sonra ben, her gün 10'ar 10'ar artırdım blogunun görüntülenme sayısını. zaman geçtikçe her şey gibi o da aşıma uğradı, gittikçe daha az bakar oldum; bunun bir nedeni de hiç yeni yazı eklenmemesiydi. hep aynı başlık, aynı son yazı görünüyordu ekranda. öyle ki, okumadığım halde ezberlemiştim son yazısını.

dün, ilk defa izlediklerim listesini oluşturayım dedim. her ne kadar yenilenmese de, O'nun blogunu da anonim olarak takip etmek istedim. derken blogunun adresini yanlışlıkla aralarda tire (-) olmaksızın yazınca şaşırdım biraz..

yeni bir blog çıktı karşıma. aynı adres; sadece sözcükler arasında tireler yok. onun dışında, header aynı, fotoğraflar, tasarım, her şey aynı. yazar aynı, yorumlayanlar da öyle.. son yazı, O'nu arkadaş listemden çıkardığım gün yazılmış. bana yazılmış, son derece seviyeli, ama bir o kadar da zehir zemberek denen türden; karşılık versen çok geç olacak, ama susarak da olmayacak türden.

bana yazılmış; ama tirelerle beraber ben de ekarte edildiğim için görememişim o yazıyı zamanında. anlamamışım o zamanlar çiçeği burnunda olan ilişkisini dolu dizgin yaşarken hala yazı yazdığı insanın ben olduğumu. bana ne kadar kızdığını ve hayal kırıklığına uğradığını. ama tam da bu yüzden bana yazdığını.

öfke, nefret ve kırgınlığın beslendiği tek yer var bence; o da sevgi. bu yüzdendir ki sevindim o yazıyı görünce.

üzgünüm ey eski sevdiceğim; ama her gördüğüne inanma derim. biz kadınlar (evet bir yerde hepimiz aynı tip oluyoruz) biraz aldatıcı, biraz oyuncu ve biraz da suçlayıcıyız. gaddarız.

üzgünüm...

çünkü dediğin gibi sevgi geçişli bir şeyse eğer- ya "the one" ya da "no one" oluyorsan... (blogunu ingilizce yazıyor) ... ve hala bu kadar yazı varsa senin için bu blogda...


demek ki her şey siyah beyaz değildir senin hep gördüğün gibi. ben, grilerin dünyasında yaşıyorum; hep yaşadığım gibi. sen de o dünyanın en mavi tonusun.

neden bu kadar güçlü göstermeye çalışıyoruz hep kendimizi?.. aaah. ah.


5 Ekim 2010 Salı

hande sen nelere (kadir)sin!

kötü şarkılara aşerdiğim bir saat öncesinde, hande yener'in bodrum'unu açıp bir dinleyeyim, kendimi çeşme'nin bu sene şarkılarına fransız kaldığım club şarkılarına iyice bir alıştırayım dedim..

fizy'de bodrum'dan sonra devam etti hande yener şarkıları, eskilere gitti yenilere geldi sonra hop romeo.. bildiğim kadarıyla onu şu eski sevgilisine yazmıştı, kavga etmeyen, sabaha kadar kucaklayan sevgilisine..

şimdi, ayrıldılar, belki çirkin laflar ettiler birbirlerine, magazine malzeme oldular ( almanya'da uzak kaldım bu medyatik olaylardan), "iyi ki bitti" dediler, aman hiç mutlu değildim zaten, diye pohpohladılar egolarını...

belki bu hiçbirimizi alakadar etmeyen saçma sapan bir şarkıcının hayatından bir kesit, tamam, kabul ediyorum. ama hepimiz bunun mikro boyutunu yaşıyoruz birebir kendi hayatlarımızda. önümüze geleni romeo ve kendimizi juliet addediyoruz, ya da tam tersi. kendimiz şarkı yazamasak da o dakikadan sonra dinlediğimiz tüm güzel şarkıları ona köprülüyoruz. sonra insan içine çıkarıyoruz, bir sürü fotoğraf, yorum, güzel hayatlar, güzel kareler.
buraya kadar popüler aşk- zaman grafiği çıkışını tam hızla sürdürüyor sayın seyirciler.
sonra kendi etrafımızdaki fan forumlarımızdan birtakım güzel feedback'ler, özenmeler, maşallah hiç ayrılmayınlar. hala çıkıştayız evet.
sonra o güzel kareler biraz daha azalıyor, başka ilişkiler ortaya çıkıyor, malum medyatik dünyada zaman bir ayrı işliyor.
sonra, bu bodrum şarkısı kadar kalitesizse ilişki, ya da hadi biraz daha da iyi olabilir, ama düşüşe geçtiyse, medyatik dünyanın saatiyle yürüyor düşüşler. önce ilk tatsız kavga, ilk telefonu yüze kapatmalar falan filan. ilk, ve belki de son, "ayrılalım".

sonra da "senle ben, boktan zamandık"

işte bu kadar basit yaşıyoruz her şeyi. bazen bu motifi harfi harfine takip ettiğim için kendimi garipsiyorum.

bir hande yener şarkısından çıkmış olsa da bir düşünün;

ne kadar yalan gerçekler yaratıyoruz kendimize, ve ne çabuk yaşayıp tüketiyoruz onları?

kolpa gündemlerden uzak, maymun iştahsız ve hafif de mahrem günler ve ilişkiler dilerim herkese.