30 Ocak 2010 Cumartesi

friday night, saturday morning




out of bed at eight a.m.

out my head by half past ten

out with mates and dates and friends

that's what I do at weekends.


I can't talk and I can't walk

but I know where I'm going to go

I'm going watch my money go

At the Locarno, no


when my feet go through the door

I know what my right arm is for

buy a drink and pull a chair

up to the edge of the dance floor


trying to stop or start a fight

I sit and watch the flashing lights

moving legs in footless tights


I go out on Friday night and I come home on Saturday morning.



Bugün Cumartesi akşamı ama olsun.


Nouvelle Vogue'a hepimizin Cuma akşamlarına tercüman olan ve sözleriyle beni haftanın her günü güldüren şarkı için teşekkür ediyorum, bir Cuma akşamı da beraber çıkalım diyorum.

28 Ocak 2010 Perşembe

sessiz

sen, sessiz. ben, sessiz.

dışarıya çıkıyorum.

sokaklar sessiz. karlar tertemiz.

yürünmemiş yerlerde ayak izlerimi bırakıyorum bilerek.

bir iz bırakmaya ihtiyacım var.

bir sese ihtiyacım var, artık içimdekini istemiyorum.

artık, senin sesini de istemiyorum.

13 Ocak 2010 Çarşamba

pilav üstü kuru

Canım çok pilav üstü kuru yemek istedi bugün. Bilmiyorum, belki sevgilim öğle yemeğinde yediklerini hunharca saydığındandır, belki de bu basit ve can alıcı yemeği bu kadar sevdiğimdendir.
"Pilav üstü kuru", esnaf lokantalarının en vazgeçilmezlerindendir. Hayatım, babamın bürosunun arkasındaki esnaf lokantasının öğle tabldotuyla geçtiğinden ben de alaylı bir pilav üstü kurucu sayılırım. Etsizdir ve dertsizdir benim için. Kısmi vejetaryanlık dönemlerimde can kurtarıcımdır.

Kesin kararımı verdim. Babamla buraya gelişimizin ilk günlerinde bir garson bize burayı önermişti. Gidip yemeklerini deneme günü bugündü. S Bahn'la ve U Bahn'la yapılan kısa bir yolculuk ardından durağa geldim. Benimle beraber inen insan sayısının az olmasından buranın pek de popüler bir durak olmadığına kanaat getirdim. Başka duraklara kıyasla bir hayli kısa olan merdivenlerden indim ve kendimi genişçe bir caddenin üzerinde buldum. Potsdamer Strasse, evet doğru yoldayım. Şimdi sıra 137 numarayı bulmakta. Yavaşça yürüdüğüm yollarda kafamı sadece bir kaç saniyeliğine, apartman numaralarına bakmak için kaldırabiliyorum. Kafamı kaldırırsam görecek çok bir şey olmadığı gibi, karlı caddelerin buz tutmuş kaldırımları da her an beni yere yığabilir. Gittikçe sabırsızlanıyorum. Sonunda önündeyim. 137 numara, Sofra Restaurant.

İçerisi farklı bir ortam. Botumun üzerinde dışarıdan dükkanın içine taşıdığım karlar olmasa, o an kendimi İzmir'deki o esnaf lokantasında sanabilirim. Kapıyı açtığım gibi beni karşılayan mezeler tam karşımda. Çok fazla çeşit yok, ama bütün yol boyunca sabırsızlanan ağzımı biraz daha sulandırmaya yeterli. Mezelerin olduğu camekanın hemen arkası floresanla aydınlanan bir mutfak. Etrafıma bakınıyorum, içerisi bir hayli boş. Sadece bir tavlanın zar ve pul sesleri geliyor, bir de oynayanların mırıltıları. Bir adam, başka bir dili konuşmadığımdan son derece emin bir şekilde "merhaba, buyrun" diyor. Hemen, onun gösterdiği camekana doğru ilerliyorum yemeğimi seçmek için. Kuru'yu gördüğüm an kararımı zaten vermişim, ama adamın sözünü de yarıda kesmek içimden gelmiyor. Adam tek tük kalmış olan yemek çeşitlerini sıraladıktan sonra, kararımı henüz o an vermiş gibi, "hmm, ben pilav üstü kuru alayım lütfen" diyorum. "Etlerini de ayıklayın, lütfen".
Kendimi şark köşesi minderlerinin üzerine atıyorum, kitabımı okuyarak sabırsızlığımı kontrol etmeye çalışıyorum. Bu arada masama gelen adam, kırık bir Türkçeyle ne içmek istediğimi soruyor. Diet kola istedikten sonra mutfağa bir bakış atıyorum, yemeğim ne durumda diye. Camekanın arkasında, beyaz seramikli mutfakta duran şaşı ve sempatik aşçı harıl harıl yemeğimi hazırlıyor. Bir yandan da genizden gelen bir sesle bir ağıt çağırıyor, ama ciddi ciddi değil. Adam öyle böyle matrak değil; bir yandan tabağa yemeğimi koyarken bir yandan da şarkıdan şarkıya atlıyor, hepsini genizden, nasıl diyeyim, bir "küçük emrah" havasında söylüyor.

Artık tavla oynayan adamların sesi kulağıma iyiden iyiye geliyor, hatta kitabımı okuyamayacak kadar gürültülü vuruyorlar pulları tavlaya, birbirlerini kırarlarken. Ben de kitabımı bir yana bırakarak gizli gizli onlara bakmaya başlıyorum. İçimdeki Sigmund bir kez daha ağır basıyor. Adamlardan biri güzel bir zar geldiğinde, biri Türk Sanat Müziği'nden bir şarkıyı mırıldanmaya başlıyor. Karşısındaki de beyaz pos bıyıklarının arkasından bir şeyler mırıldanıyor kendi kendine, sonra hamlesini yapıyor. Görüntü, böylece sürüp gidiyor.

Yemeğim sonunda geliyor, yanında da cacığım. Bir iştahla yumuluyorum, o aradaki 7-8 dakika, kendimi yemek dışındaki tüm hislere kapıyorum. Yemeğimi, normalde yapmaya hiç alışık olmadığım bir şekilde ekmekle beraber silip süpürdükten sonra yeniden kafamı kaldırıyorum.

Şaşı aşçı, o arada tarz değiştirmiş, "hiç bunları kendine dert etmeye değer mi" diye şarkısını söylüyor kısık kısık, arada da mutfağından çıkıp tavla oynayan adamların başına dikiliyor, müdahale ediyor. Artık tok ve mutlu olduğuma göre, yerimde biraz daha oturup kalkabilirim. Sadece pilav üstü kuru yediğim için değil, çok lezzetli bir pilav üstü kuru yediğim için ayrıca huzurluyum. Şöyle bir etrafa bakınıyorum, restoranı romansal bir sıfatla tanımlayacak olsaydım, "şarabi renkli duvarlarıyla köhne bir yer" diyebilirdim, diye geçiriyorum içimden. Ama bu çok şiirsel olurdu, "salaş bir esnaf lokantası" kulağa daha iyi geliyor.

Bu arada şaşı aşçı, içeri girmiş olan bir Türk adamla yanındaki Alman kadını görüyor ve camekanın arkasına geçerek yarı Türkçe yarı Almanca harıl harıl yemekleri anlatıyor. Bu küçük lokantada, gün içinde bir ya da iki kere yemek yapan bir aşçı için yemeklerini anlatmanın günün tek meşgalesi olduğu kanısına varıyorum. Aşçıyı çok sevdiğimi farkediyorum. Kavanoz dibi gözlüklerinin arkasındaki şaşı gözleriyle çizgi film karakterlerini andırıyor.

Karşı masada, benden sonra gelmiş ve benden önce yemeğini bitirmiş bir adam var. Az önce garsondan istediği Milliyet gazetesini okuyor. Üç masa yanımdan tavla sesleriyle karışık Türkçe gelen bağırışlar, yan masamda patlıcan kebabı yiyen bir Alman kadın ve masama bitişik camdan dışarı baktığımda caddede duran "Gazi Süt Ürünleri" kamyonu..

Çok tanıdık bir yerde çok yabancı hisseder gibiyim. Garip hislerdeyim. Neresinin bana tanıdık olduğunu da tam olarak kestiremiyorum, çünkü kendi şehrimde olsaydım da böyle bir yerde asla yemezdim. Ama şimdi, bu salaş yer bana bir tanıdıklık hissi veriyor..

Ne garip şey şu görecelik.

Ve sen nelere kadirsin, ey pilav üstü kuru!

12 Ocak 2010 Salı

ben böyle şey görmedim

Ben böyle şey gerçekten de görmedim.

Bu blogu açtığım günden beri, biri iç sesimin ayarıyla oynamış gibi kendisi bas bas bağırır oldu. Dur, sus desem de nafile. İlla gördüklerinden bir pay biçecek, sonra da onları kullanıp bir hikaye yazacak kafasında.

Blog açınca herkesin içerisinde biri uyanıyorsa eğer, benim içimde de Sigmund Freud uyku mahmuru gözlerini avuşturuyor bence. Sürekli bir analiz içindeki kafam bu katalizasyona dayanamayıp ısınıyor zaman zaman.

Tamam, kafandakiler şekillensin icabına bakarız iç sesim. Madem bu kadar yazmak istiyorsun..

9 Ocak 2010 Cumartesi

bi' ben eksiğim

Berlin'deyim. Döndüm. Odama, boş duvarlarıma. En önemlisi sessizliğime. Küçük odamdayım şimdi, dışarıda diz boyu kar. Kimse yok sokakta, soğuktan. Yine masamdayım. Karşımda sevgilimin Ara Güler'e benim için imzalattığı fotoğrafı. Sadık yarim kahve makinem solumda. Yanında peynirim, sağımda simidim. İstediğim tüm şeyler burada. Yani, mutlu olmak gerekir, değil mi? Ya da daha az özleyeyim bari...

Bir lokma simit daha.. Sus, sus. Al hadi bir lokma daha at ağzına. Nolur durayım artık. Bu kadar ağlamak beni bozar.

4 Ocak 2010 Pazartesi

buketi ben yakalamadım.


Uzun zamandır izlemek istediğim bir film vardı. Öyle bir dedim ki, kendi kulağıma bile çok önemli bir filmmiş gibi geldi. Oysa değil. "Erkekler Ne Söyler, Kadınlar Ne Anlar" filmin adı, çok da bilindik bir film. Geçen senenin filmi hatta, ama izlemek bir türlü nasip olmamıştı.


Bir sürü gereksiz şeyler yazıp siliyorum. Kendime mi anlatıyorum başkalarına mı bilmiyorum, en iyisi direk anlatmak istediğim şeye geçeyim.


Filmden, bana kalan, tek şey evliliği tekrar tekrar sorgulamak oldu. Tamam, belki de bir insanı herhangi bir tür sorgulamaya sokacak kadar bile yeterli değildi film, ama beni etkiledi işte. Belki de bunun sebebi son günlerde üstüste yağan evlilik haberleri olmuştur. Arada bir, "durun yahu, nereye, daha 23'üz heeey!" diyesim geliyor. Arada bir de kendimi o çiftler için çok sevinirken hatta ve hatta, kızlara gıpta ederken buluyorum. Sonra kendime şaşıyorum kalıyorum.


Üniversite 2.sınıfa kadar evliliğin hiç bir zaman annemle babamınkinden ileri gidemeyeceğini düşünür, bu durumda da o tip bir evlilik için önümde daha çook uzun zaman olduğunu düşünürdüm. Sonra biri geldi beni tersyüz etti. İlk ilişki, ilk aşk, ilk gurur, ilk ayrılık, ikinci ayrılık, bir sürü ayrılık, ilk ihanet, ilk gurursuzluk derken ilk evlenme teklifi geldi reddedildi, ikincisi geldi tereddüt edildi ve sonuncuda, mezuniyetimizde, kabul edildi. Tarafımdan.


Sonunda evlenmedim. Hatta kendisi şimdi askerde, dönünce de yeni kız arkadaşıyla nişanlanıyor. Kıskanacak kadar bile his kalmamış içimde, ne mutlu bana. Sanırım onun bana kattığı en güzel şey, kendimi tanımamdı. Ben,

1. ihaneti sevmiyordum. bunu kimse sevmezdi.

2. ihaneti kabullenerek kendime en büyük saygısızlığı yapmıştım. bu bana çok ama çok şey öğretti.

3. ihaneti sonunda kabullenemedim ve ayrıldım. bu da yeniden doğuşum oldu galiba.


Artık, biliyorum ki gurursuzluğun da dibini gördüm ve geri çıktım. Büyük konuşmayı sevmem. Ama bu olay ikilenmeyecek, buna eminim.


Şimdi, etraftan bütün arkadaşlarımın evlilik haberlerini alırken, içimden "yaza bolca abiye kıyafet depolamak gerek" diye geçirirken arada bir yanımda elimi sıka sıka tutan sevgilime bakarım. İlişkimizin aştığı mesafeler, geçen 1 yılı aşkın zamandan çok daha uzun. Amerika- İstanbul arası kaçamak görüşmeler tam bitti derken benim Berlin'e gitmemle rolleri değiştik. Her şeyi bir yana bırakın, tenlerimizin birbirine değmesi, en naif haliyle elele tutuşmamız bile bir sonrakiyle aylar atıyor bazen. Buna rağmen hala içim içime sığmıyor onu öperken. Ve ağzından tek bir "evlilik" lafı çıkmamış olması beni hiç kaygılandırmıyor.


Her şeyin bir zamanı var bence. Ben, bana hala birilerinin çekici gelebildiğini keşfediyorum mesela zaman zaman. Bu, beni yanlış biri yapmaz, ya da ben kendimi öyle görmüyorum. Sadece kendimi biliyorum. Evet, erkek arkadaşımı herkesten çok istiyorum. Onun başka bir kıza herhangi bir arzu duyması fikri içimdeki damarların genleşmesine yol açıyor. Gidip o kızlarla hiç tarzım olmadığı halde sevgilim için dövüşebilirim bile. Ama, öyle bir zaman gelsin isterim ki, ben, hiç hata yapmayayım. Hayat tecrübelerimin sevimsiz kısımlarını kendi sevgilime hiç yaşatmayayım. Bir ömür boyu.


Şimdi, bu yaz düğün yapan herkes buna hazırsa, ne mutlu onlara. Düğünlerinde, yanımda sevgilim, seve seve kutlayacağım hepsini. Bütün anaç, yengeç duygularım onların.


Ama buketi yakalamayacağım. Tesadüf olarak kucağıma düşmeyeceğine de eminim.



Bana dair bildiğim, en güvendiğimdir.


Henüz -hiç- zamanı değil.

3 Ocak 2010 Pazar

yeni yıl, eski hayat

2010'da öyle çok radikal değişiklikler beklentisinde değilim doğrusu. hayatımın şu son üç haftası o kadar güzeldi ki.. önce Melike -tanıştırayım, kendisi benim çok çok yakın arkadaşım olmakla beraber aramızda konuştuğumuz o bize has dili de anlayabilen tek insandır- Berlin'e, yanıma geldi, tüm sıkıntımı aldı götürdü. Böylece, birer ahlak abidesi gibi takılan bütün o tutucu arkadaşlarımın bana verdiği yalnızlık hissinden sıyrıldım, eski ben olmaya doğru yol aldım. Erkek arkadaşım, ki maneviyatının ve hislerinin çok hassas olması nedeniyle kalbimi çaldı, bu değişimin sesime hemen yansıdığını söyledi durdu. Melike'yle ayyaş da olduk kıro da. Ve birbirimizi hiç yargılamadık, ne sarhoş olmaktan ne de şebekleşmekten çekindik, bizim deyişimizle "hiçbir masraftan kaçınmadık" yani. Sonra da hayalimizi gerçekleştirdik beraber- Amsterdam! Evet, Amsterdam'a gittik. Benim de yıllardır kendime verdiğim sözü gerçekleştirmem için zaman gelmişti artık. İlk cigaramı :) içtim, nefret ettim, kafa da olmadım bıraktım. Ama yaptım mı yaptım. Sonraları keşfettiğim o leziz spacecake'ler ise gerçekten en sevdiğim kısmıydı gezinin- hem muhteşem güzel bir çikolatalı muffin ye hem de seni Alice harikalar diyarının alasına götürsün. Oh be, var mı böylesi. Tabi durum böyle olunca ben de bir günde iki tane yedim, harikalar diyarından çıkmadım. Çok değişik şeyler oldum, onlar başka bir yazıya artık.
Amsterdam sonrası paralar suyunu çekti, cüzdanlar rahatladı tabii.. E bir de Berlin'den geliyoruz, hediye beklentileri pek yüksek. Kalan parayı da hediyelere verdik mi? Türkiye'ye indik Melike'yle, toplasak cüzdanlarda 10 euro var ya da yok. Ama Türkiye'ye gelmişim, bir telefonla yardımıma gelecek o kadar çok insan, gelişime mutlu olan o kadar canım bir ailem var ki, umrumda değil. Zannettiğimden çok daha fazla özlemişim buraları.

İzmir'de muhteşem havayla geçirdiğim kısa bir haftadan sonra İstanbul'dayım. Hala daha da buradayım, dönmeye de hiç niyetim yok. Çok güzel günler geçirdim, yılbaşı desem zaten harikaydı. Üniversiteye ilk geldiğim yılları hatırlıyorum da, yılbaşını evde geçirenlere "yaşlılık felaketine doğru giden insanlar" gözüyle bakıp onlar için pek çok üzülürdüm. Ne salak, ya da ne çocukmuşum diyeyim kendime çok yüklenmeyeyim. İki yıldır evde geçirdiğim yılbaşında da çok eğlendim, hele bu seneki yılbaşı, girdiğim yılın en güzel yıl olacağının habercisi gibiydi. Kendimi, maneviyata önem verdiğim her an daha çok seviyorum.

Berlin'e giderken, hayatımın monotonluğundan çok sıkılmıştım. Canımdan çok sevdiğim dostlarımla beraber olurken bile sıkılıyordum. Bunu görmek beni daha da çok üzüyordu. Uzaklaşmam gerekti, biraz yalnız kalmak. Yani kendimi bu yalnızlığa kendim ittim. Şimdi herkes bana "yaa, bak gittin oralara nasıl da özlüyorsun" dese de, ve ben bunlara onaylarcasına kafa sallasam da, biliyorum ki doğru olanı yaptım. Kalsaydım bu yılbaşı bu kadar keyifli olmazdı. Ben de eski ben olamazdım. Bu yıla da şimdi baktığım kadar umutlu bakmazdım.

Şimdi, yeniden her şeyden tat alabildiğim şu günlerde 2010'dan asgari beklentim mevcut hayatımın devamıdır. Gelecekse daha iyisi hay hay. Yok sen zaten nirvanaya ulaşmışsın diyorsan 2010, o da kabulümdür.