13 Ocak 2010 Çarşamba

pilav üstü kuru

Canım çok pilav üstü kuru yemek istedi bugün. Bilmiyorum, belki sevgilim öğle yemeğinde yediklerini hunharca saydığındandır, belki de bu basit ve can alıcı yemeği bu kadar sevdiğimdendir.
"Pilav üstü kuru", esnaf lokantalarının en vazgeçilmezlerindendir. Hayatım, babamın bürosunun arkasındaki esnaf lokantasının öğle tabldotuyla geçtiğinden ben de alaylı bir pilav üstü kurucu sayılırım. Etsizdir ve dertsizdir benim için. Kısmi vejetaryanlık dönemlerimde can kurtarıcımdır.

Kesin kararımı verdim. Babamla buraya gelişimizin ilk günlerinde bir garson bize burayı önermişti. Gidip yemeklerini deneme günü bugündü. S Bahn'la ve U Bahn'la yapılan kısa bir yolculuk ardından durağa geldim. Benimle beraber inen insan sayısının az olmasından buranın pek de popüler bir durak olmadığına kanaat getirdim. Başka duraklara kıyasla bir hayli kısa olan merdivenlerden indim ve kendimi genişçe bir caddenin üzerinde buldum. Potsdamer Strasse, evet doğru yoldayım. Şimdi sıra 137 numarayı bulmakta. Yavaşça yürüdüğüm yollarda kafamı sadece bir kaç saniyeliğine, apartman numaralarına bakmak için kaldırabiliyorum. Kafamı kaldırırsam görecek çok bir şey olmadığı gibi, karlı caddelerin buz tutmuş kaldırımları da her an beni yere yığabilir. Gittikçe sabırsızlanıyorum. Sonunda önündeyim. 137 numara, Sofra Restaurant.

İçerisi farklı bir ortam. Botumun üzerinde dışarıdan dükkanın içine taşıdığım karlar olmasa, o an kendimi İzmir'deki o esnaf lokantasında sanabilirim. Kapıyı açtığım gibi beni karşılayan mezeler tam karşımda. Çok fazla çeşit yok, ama bütün yol boyunca sabırsızlanan ağzımı biraz daha sulandırmaya yeterli. Mezelerin olduğu camekanın hemen arkası floresanla aydınlanan bir mutfak. Etrafıma bakınıyorum, içerisi bir hayli boş. Sadece bir tavlanın zar ve pul sesleri geliyor, bir de oynayanların mırıltıları. Bir adam, başka bir dili konuşmadığımdan son derece emin bir şekilde "merhaba, buyrun" diyor. Hemen, onun gösterdiği camekana doğru ilerliyorum yemeğimi seçmek için. Kuru'yu gördüğüm an kararımı zaten vermişim, ama adamın sözünü de yarıda kesmek içimden gelmiyor. Adam tek tük kalmış olan yemek çeşitlerini sıraladıktan sonra, kararımı henüz o an vermiş gibi, "hmm, ben pilav üstü kuru alayım lütfen" diyorum. "Etlerini de ayıklayın, lütfen".
Kendimi şark köşesi minderlerinin üzerine atıyorum, kitabımı okuyarak sabırsızlığımı kontrol etmeye çalışıyorum. Bu arada masama gelen adam, kırık bir Türkçeyle ne içmek istediğimi soruyor. Diet kola istedikten sonra mutfağa bir bakış atıyorum, yemeğim ne durumda diye. Camekanın arkasında, beyaz seramikli mutfakta duran şaşı ve sempatik aşçı harıl harıl yemeğimi hazırlıyor. Bir yandan da genizden gelen bir sesle bir ağıt çağırıyor, ama ciddi ciddi değil. Adam öyle böyle matrak değil; bir yandan tabağa yemeğimi koyarken bir yandan da şarkıdan şarkıya atlıyor, hepsini genizden, nasıl diyeyim, bir "küçük emrah" havasında söylüyor.

Artık tavla oynayan adamların sesi kulağıma iyiden iyiye geliyor, hatta kitabımı okuyamayacak kadar gürültülü vuruyorlar pulları tavlaya, birbirlerini kırarlarken. Ben de kitabımı bir yana bırakarak gizli gizli onlara bakmaya başlıyorum. İçimdeki Sigmund bir kez daha ağır basıyor. Adamlardan biri güzel bir zar geldiğinde, biri Türk Sanat Müziği'nden bir şarkıyı mırıldanmaya başlıyor. Karşısındaki de beyaz pos bıyıklarının arkasından bir şeyler mırıldanıyor kendi kendine, sonra hamlesini yapıyor. Görüntü, böylece sürüp gidiyor.

Yemeğim sonunda geliyor, yanında da cacığım. Bir iştahla yumuluyorum, o aradaki 7-8 dakika, kendimi yemek dışındaki tüm hislere kapıyorum. Yemeğimi, normalde yapmaya hiç alışık olmadığım bir şekilde ekmekle beraber silip süpürdükten sonra yeniden kafamı kaldırıyorum.

Şaşı aşçı, o arada tarz değiştirmiş, "hiç bunları kendine dert etmeye değer mi" diye şarkısını söylüyor kısık kısık, arada da mutfağından çıkıp tavla oynayan adamların başına dikiliyor, müdahale ediyor. Artık tok ve mutlu olduğuma göre, yerimde biraz daha oturup kalkabilirim. Sadece pilav üstü kuru yediğim için değil, çok lezzetli bir pilav üstü kuru yediğim için ayrıca huzurluyum. Şöyle bir etrafa bakınıyorum, restoranı romansal bir sıfatla tanımlayacak olsaydım, "şarabi renkli duvarlarıyla köhne bir yer" diyebilirdim, diye geçiriyorum içimden. Ama bu çok şiirsel olurdu, "salaş bir esnaf lokantası" kulağa daha iyi geliyor.

Bu arada şaşı aşçı, içeri girmiş olan bir Türk adamla yanındaki Alman kadını görüyor ve camekanın arkasına geçerek yarı Türkçe yarı Almanca harıl harıl yemekleri anlatıyor. Bu küçük lokantada, gün içinde bir ya da iki kere yemek yapan bir aşçı için yemeklerini anlatmanın günün tek meşgalesi olduğu kanısına varıyorum. Aşçıyı çok sevdiğimi farkediyorum. Kavanoz dibi gözlüklerinin arkasındaki şaşı gözleriyle çizgi film karakterlerini andırıyor.

Karşı masada, benden sonra gelmiş ve benden önce yemeğini bitirmiş bir adam var. Az önce garsondan istediği Milliyet gazetesini okuyor. Üç masa yanımdan tavla sesleriyle karışık Türkçe gelen bağırışlar, yan masamda patlıcan kebabı yiyen bir Alman kadın ve masama bitişik camdan dışarı baktığımda caddede duran "Gazi Süt Ürünleri" kamyonu..

Çok tanıdık bir yerde çok yabancı hisseder gibiyim. Garip hislerdeyim. Neresinin bana tanıdık olduğunu da tam olarak kestiremiyorum, çünkü kendi şehrimde olsaydım da böyle bir yerde asla yemezdim. Ama şimdi, bu salaş yer bana bir tanıdıklık hissi veriyor..

Ne garip şey şu görecelik.

Ve sen nelere kadirsin, ey pilav üstü kuru!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder