21 Ocak 2012 Cumartesi

to dream or not to dream

" Doğuştan getirdiğimiz tek bir kusur var: Hepimiz mutlu olmak için dünyaya geldiğimize inanıyoruz... Bu kusurumuzu gidermedikçe... dünya gözümüze çelişkilerle dolu bir yer gibi görünecektir. Çünkü her adımımızda, ister büyük ister küçük bir şey yapmış olalım, dünyanın ve insan hayatının, insanların mutlu bir yaşam sürdürmelerine olanak verecek biçimde tasarlanmadığını anlayacağız... İşte bu yüzden neredeyse bütün yaşlıların yüzlerinde aynı ifadeyi, yani düşkırıklığını görmek mümkündür."

Schopenhauer
Felsefenin Tesellisi, Alain de Botton

alıntıyı yaptım yapmasına ama ikna oldun mu derseniz, olmadım. beklentimi düşük tutup durağan bir hayat yaşamaktansa hep mutlu sonla biten çetrefilli hayaller kurup arada bir onların kırılmasını sineye çekmeyi tercih ederim. siz ne dersiniz, onu ben bilemem.

15 Ocak 2012 Pazar

sol kroşe/sağ sıvaz

"Eğer bir acıdan kaçınamıyorsak o acıyı çekmeyi öğrenmeliyiz. Dünyaya da, kendi yaşamımıza da armoni açısından bakarsak, seslerin her zaman uyumlu olmadığını, bu armonik yapı içerisinde hoş tonların da sert tonların da, diyezlerin de bemollerin de duyulduğunu, bazı seslerin yumuşak ve rahatlatıcı, ötekilerinin ise rahatsız edici olduğunu görürüz. Eğer bir müzisyen yalnızca bunların bazılarından hoşlanırsa nasıl şarkı söyleyebilir? Müzisyen bu ses ve tonların hepsini birden kullanmayı, bunları bir araya getirmeyi bilmelidir. Biz de yaşamımızdaki iyi ve kötü şeylere böyle bakabilmeliyiz; çünkü iyi şeyler de kötü şeyler de aslında aynı özdendir, bizim yaşamımıza aittir."

Montaigne, Denemeler*

*Felsefenin Tesellisi kitabına bir kez başlayıp yarılayamadan sıkıntıdan bırakmıştım. Şimdi, son bölümünden başlayarak ikinci bir şans verdim ona. bölümün adı "zorluklar yaşamanın tesellisi". şimdilik, kutsal bir kitap gibi, sürekli içimi rahatlatıcı şeyler okuyorum hayata dair. bundan sonraki birkaç hafta içerisinde hayatımın, giderek dozunu artıracağını bildiğim çalımlarına ve kederine karşı şimdiden savunma mekanizmamı oturtmak istedim. bu yolda bu alıntı kaçınılmazdı.

bir gün mutlak armoniyi yakalamak da kaçınılmaz olabilir mi acaba?

11 Ocak 2012 Çarşamba

doyçland, vayst du

fuar görevlilerinin standlarında bira içtikleri,

Almanca'mın berbat olduğunu bildiğim halde herkesin iltifat ettiği,

fuarda bir kez daha akıllarının çalışmasına hayran kaldığım,

yolda yürürken çipil erkeklerin dönüp baktıkları,

biraz daha atılgan olanların "hübşşş" diye laf attıkları tek yer.

ich liebe Doyçland. literally.

10 Ocak 2012 Salı

mut(?) son

o: napıyorsun?

ben: iyiyim, eve gidiyorum ...... sen?

-iyi.. oturuyorum evde. buluşalım mı?

-ya ben çok suratsızım. baya suratsızım yani. evde kalayım ben bugün. sen de hiç görme mendebur yüzümü.. inan bana görmek istemezsin.

-sus. on dakikaya yanındayım. hangi filmi alayım?

böyle yapa yapa alıştırmışsın. farkına varmamışım. şimdi dünyanın başka bir kıtasındayken, ellerim ellerini arar olmuş. üstelik sevmeden. alışkanlıktan.

seni çok özleyeceğimi biliyorum. özlemek fikri hoşuma da gidiyor aslında. "insan" hissettiriyor yeniden beni. gideceğin günü düşünerek kalbimin sıkışmasından bile tebessüm ediyorum.

ama bugün haber geldiğini söyleyince.. gitme vaktin yaklaşınca.. her adımda düşünür oldum seni. en güzel Alman biralarını hüpletirken, evime dair bir sen kaldın aklımda. gerçek soğuk gibi kesti. kalbim sıkıştı. bilirsin, hiç aksatmaz böyle fırsatları..

düşündüm de durdum. sensiz İzmir. sensiz ben. sensiz ev. sensiz dostluklar.. ikna olmadım.

o yüzden şimdi düşünmeden edemiyorum. dostluklar falan hepsi güzel, ama o değil de.. ne yapacağım ben sensiz?

9 Ocak 2012 Pazartesi

acemisin 2012.

bu haftayı yok bişi yok bişi deyip ilk yılın acemiliğine veriyorum. olmadı çünkü.

hafta dediğim, geçen Pazartesi'den başladığını varsayalım.

yoğun iş, yoğun stres. babamla yoğun bir kavga. artık dayanamayıp istifa edişim. istifa eden ben değilmişim gibi çok ağlayışım. çünkü evimi bırakmak istemeyişim. kafamda yoğun yeni iş arayışım. bulamayışım. yani, kafamda bulamadım şahsen.

kendimi içine ittiğim yoğun yalnızlığım. yanımda olmasını istediğim tek pipili canlının da o sırada uzaklarda olması.

uzakların, bu yüzdendir ki, yine bana cazip gelmesi. gitmek isteyişim. babamın bırakmayışı. babamı ilk defa ağlarken görmem.. içimin çukulata fondü kıvamına gelmesi akabinde istifamın reddi ve babamla birbirimize eskisinden de sıkı sarılmamız, haftanın highlight'ları oldu.

iş hayatında amortisman süresi kısalıyor. ben bu hafta baya yıprandım mesela. sonra uzaklara sardım yine; gitmek istedim. uzaklara.

Almanlar bu sendroma bir ad bile takmış: heimweh. bana çok sık olur. her gencin başına gelir de, biz Türk gençleri heimweh ile yaşamayı öğrenmek zorunda kalırız çoğunlukla. gidemediğimiz için uzaklara öyle pat diye. Elif Şafak'la beraber en fazla arafta oturur birer kahve hüpletir, sonra paşa paşa döneriz köyümüze.

o sendromun da bir adı var: kürkçü dükkanı.

çok şükür önce kürkçü dükkanına döndüm, şimdi de kısa bir süreliğine Düsseldorf'a gidiyorum. tek başıma, fuara, sevdiğim işi biraz daha geliştirmek için, yeni malzemeler tanımaya.

önce ailemi, sonra canım evimi, işimi, ve bana çeyrek asırlık hayatımdan (vay anasını baya olmuş yau) miras kalan bir avuç dostumu çok seviyorum desem... yavan mı gelir size? yoksa anlar mısınız ne hissettiğimi, onları kaybetmekle yüzyüze gelince?

Evet, bu hafta bir heimweh'in daha sonuna geldik. Auf wiedersehen dostlar. Bu da bugünün şarkısı osssun:

http://soundcloud.com/andres-arzu/feeling-good-slow-nujazz-remix