30 Aralık 2011 Cuma

kötü bir şiir

2011.

yeni bir ev demekti.
yeni bir sevgili getirdi.
babaya isyan ettirdi.
anneyle ilişkileri gerdi.
sonra hepiciğini düzeltti.
ev sattırdı. çok çalıştırdı.
mesafeleri kısalttı.
güzel anıları çokçaydı.
duvarımı maviye boyattım.
tablo aldım duvarıma astım.
yerleri parke kaplattım.
iki kişilik yataklarda yattım.
ikea evimin her şeyiydi
hesapta param suyunu çekti
zam aldım durum düzeldi.
berlin hasreti çektim.
istanbul'a gittim geldim.
dostlarla içtim eğlendim.
bir dosta darıldım içerlendim.
iki debelendim baktım olmadı
güvenini kaybetmiş, hırslanmıştı
bıraktım ipleri
son bıraktığım ip de o olmadı
bir de sevgili vardı.
o da benimle mutlu değildi
ne desem yetersizdi
telefonumu sevmezdim,
ona göre, onu sevmediğim gibi.
o da gitti bitti.
hatırladıklarımın çoğu iyi
beni hiç üzmediğin için
seni üzmek kolay değildi
ama bilirsin işte, gerekliydi.
sonrasında güzel şeyler oldu elbet
olmaya da devam edecek bir müddet
sonra o da gidiyor, bitiyor
uzun mesafelerden geldi illet.
bu halk ozanı da biner gider uçağa
istanbula dostlara anavatana
elveda tüm dostlara, arkada kalan
tüm sevdiğim insanlara, beni bırakan.
hayat seçimlerden ibaret,ya senin ya benim
2011,
sonuçta hiçbir şey yapamadın
bende iz bırakan.

19 Aralık 2011 Pazartesi

eski

patlamış mısırların arasında patlayamamış mısır çekirdeklerinin zarlarının dişte kalması gibi, aklımda bazı şeyler kalıp rahatsız ediyor beni. keyifli bir dostluk, ilişki, iş ve hatta gün bazen ardında huzursuzluk bırakıyor. mutlu olup gülerken, aklımın bir yeri o huzursuzlukta kalmış oluyor olmalı ki, durup, ya ben olmam gerektiği kadar mutlu değilim, ne olmuştu acaba?, diye düşünüp dilimi o şeffaf zara götürüyorum. ve hatırlıyorum.

yorgun geçen bir başka iş gününü. ticari çıkarları. benden talep edenleri. "hayır" dediklerimi, ama daha da fazla, "evet" dediklerimi.

"o"nu, "bu"nu. önceki akşamı. önceki seneyi. önceki "o"nu. "bu"nu. eski dostları. dost ol(a)mayanları. eski sevgilileri. hala sevgili olanları. az zamanda çok işler başarıp, artık eski olup sevgiyle kalamayanları. hiç sevgili ol(a)mayanları.

cümle, kelime ve parantez aralarındaki ünlü harflerle yapılan yazı oyunlarını sevmem. bir süredir yazmaktan bile soğudum. ama insan, huzursuz olduğunda ne sevip sevmediğini umursamıyor.

nasıl ki sen incindiğinde kimi incittiğini umursamıyorsan; nasıl ki o yalnız kaldığında bir zamanlar kime kinlendiğini umursamıyorsa. seninle benim hiç farkımız yok aslında. o yüzden, senin eski olman, bir bakıma iyi olmuş aslında.

20 Ekim 2011 Perşembe

afiyet olsun

eski erkek arkadaşımın bir zamanlar yaptığı "adi, iğrenç, pislik" şeylerin üzerinden 4 sene geçti.

ve onu anlıyorum. affedeli çok oldu. affettikçe daha çok seviyorum.

bu sefer dostça, yoldaşça.

her şey, çatlak karakterlerimizin kaçırdığı havayla ilgiliymiş aslında.

bazen bir boku anlamak için ancak onu yemek gerekiyor.

afiyet olsun.

11 Ekim 2011 Salı

murder in the villa

bazı günler olur, kendini bunalıma batırıp çıkarmak istersin. zorla şarap içersin, fondip yaparsın. önce oksijensiz kalırsın, sonra susuz. boğulana kadar içtin mi hiç bilmem ama ben sana söyleyeyim, içersen ertesi gün ayıkken daha da oksijensiz kalabilirsin. yapma.

öyle bir gün yaşıyorum işte ben de. bunalımım, yaptıklarımdan. yapmadıklarımdan. dürüst davrandığım anlara karşılık davranmadıklarımın yarışını promillerle, mutsuz geçen her günümü bir bardak ile taçlandırdık bu akşam şarabımla.

şarap, insanı vezir de eder rezil de. true story.

ne olursa olsun, hep içinin rahat olması bence en büyük lüks hayatta. müstakil evde yaşamak gibi bir şey. geniş bir ev yerine geniş bir kalp. geniş bir kalbin salonunu kimse dolduramaz.

ne zaman büyüdüm, sevdim, üzüldüm, katılaştım, hissizleştim, ne zaman bu kadar yalnızlaştım. yalnızlaştık. bize yapılmasını istemediğimiz şeyleri başkasına yapar olduk? yapar oldum.

oldum.öldüm.

8 Eylül 2011 Perşembe

kazasker

yıllar öncesinden kalma bir şey gibi kaldı blog. rutubet alan kahve gibi. metalleri paslanan bikini gibi yaz sonrasında. geçen seneden kalan Malibu güneş yağı gibi. hüzünlü değil, hatta hala mis.

rutubetli kahveleri bile içtiğim, geçen seneden kalma güneş yağlarıyla ekonomi yaptığım ve paslı bikinileri umursamazca giydiğimden sana döndüm ey blog!

belki daha az sıklıkla. ama hiçbir zaman şu bıraktığım aralıkla değil. az konuştuğum çok yazdığım zamanların kazaskerisin sen. saltanatım sürdükçe sen de benim hislerimi yazasın diye!

28 Mayıs 2011 Cumartesi

kral cıbıl

babam: "Pınar, sana çıkarken söylemeyi unuttum. bu hafta çok yoruldun kızım, yarın işe gelme. yat biraz dinlen, kendine vakit ayır."

Pınar: "yok baba ya, benim içime sinmez, gelirim işe."

babam: kızım gelme, bir gününü kendine ayırmazsan işte verimli olamazsın. yat, dinlen, arkadaşlarınla buluş.

Pınar: baba ne arkadaşı ya? benim arkadaşım falan yok burada, gelirim yarın işe. tamam biraz geç gelirim. dinlenirim.sen merak etme.

babam: kızım o zaman arkadaş edin, bana benzeme.

evet bu benim. evet öbür taraf da patronum/babam. evet arkadaşım yok. evet babam bana arkadaş edin diyor.

hayatta her şey oluyor arkadaşlar. arkadaşlar mı dedim? arkadaşlar.. demek ki bir yerlerde arkadaşlarım var, ama akıllı olmadığım için göremiyorum.

8 Mayıs 2011 Pazar

roka

dün, çok sevdiğim bir arkadaşım, sadece 12 saat beni görebilmek için kalktı İstanbul'dan geldi. babasının peşinden tıngır mıngır yollara düştü. imkansızın hiç de zor bir şey olmadığını gördükçe neşem yerine geliyor. İzmir'miş, uzakmış, gelinmezmiş.. bunlar tırt. isteyen geliyor. bunu görüyorum, kimin gelmek istediğini anlıyorum. bu zamana kadar doğru yolda ilerlediğimi gördükçe egom olmasa da mutluluğum kabarıyor dostlar. beş parayı bırakın beş eurodan bile fazla eden dostlarım var hayatta.

bir de hayat kaygılarım var ki, hangimizde yok diyen dostlarımı duyar gibiyim. bir sene sonra bana ne olacak, tabldot yemeği sonrasında baklava yemekten 70 kilo olmuş bir şantiyeci mi olacağım yoksa aynı şeyi 38048 kere tekrarlamaktan bir kere de uykusunda tekrarlamakta bir mahsur görmeyen bir ev pazarlamacısı mı? ki bu seçenekte de 70 kilo olma hakkını saklı tutuyorum.

caaaanım dostumun dediğine göre 1 seneye her şey yerine oturacakmış. ilginç bir şekilde, kendi hayatımızı yorumlayamasak da birbirimizin hayatıyla ilgili o kadar isabetli öngörülerimiz oluyor ki, inanmaktan başka çarem kalmıyor. ki bu çok da işime geliyor. 1 sene sonra oturan hayat.. vay be arkadaş.. kim bulmuş da ben bunayayım?

bir de sevgili kaygıları var tabi.. sonunu görmemek, hiçbir şey beklememek kaygılarıma bir pasta cila çekiyor elbet. ikinci el bir kalbi, birinciymiş gibi onardı beklentisizlik. geçmişin çızıklarını, cırtlarını kapattım kaportamın kendi renginde bir boyayla. ama işte insan ona rağmen yalnızlığını özlüyor bazen. bünyeyi çok alıştırdık sanırım arkadaş ya..

yine de, sevgili iyidir. sevgilim iyidir. sevgilimse iyidir değil sadece. iyidir yani, tanırım bilirim. iyi çocuk.

terasım çok güzel. parmaklıklara kadar ayaklarımı kaldırdım, bir yanım havuz, bir yanım deniz. kuş cenneti önümde, karşımda da Narlıdere'nin parıldayan ışıkları var. ayaklarım ağrıyor. yine uzun geçen bir iş gününün sonundayım. Pazar iş mi olur demeyin, olur elbet. henüz 70 kilo olmasam da ev pazarlamacısıyım ben. sanırım yengeç burcu olmam sebebiyle de pek sevdim bu işi. başka işi becerebilir miyim bilmem ama bu işi de iyi becerdim sanki. İzmir'de hava pek güzel. insanlar hep sokakta. millet keyif pezevengi olmuş afedersiniz ama.. yakışıyor da İzmirlime, ne diyeyim..

şarkıdan şarkıya psikoloji değişiyor. önce The Scientist vardı, sonra The Devil Wouldnt Recognize You, şimdi de Franz'dan Lucid Dreams var. asi olasım geldi birden. en saçmaladığım blog yazısı belki de ama buraya kadar geldiyseniz bana karşı limitsiz bir toleransınız var demektir dostlar. o yüzden biraz daha dayanın. ya da dayanmayın. ben de susayım. yanımda biram var, onu içeyim. sevgilime kızayım biraz kendi kendime. sarhoş oldukça iyice artsın öfkem. yanımda olmadığından başlayayım, bana istediğim ilgiyi göstermediğinden çıkayım, sonuca bağlayamadan da uyuyakalayım. evet, tam olarak bunu yapacağım..

terasımdan, kahveli bira-favori biram-dan ve benden sevgiler. istanbul'dan kalma iki dost gibi, bu akşam onunla beraberiz. sevgiler..

24 Nisan 2011 Pazar

dilek şart kipi

sen benim melankolik halimi sevdin. sen beni melankolikken tanıdın. takmaz, umursamaz ve umarsızken. s*klemezken ilişkileri s*kleyeceğimi sandın seni. oysa ben ne acılar atlatmıştım, sen ise ne kadar saftın di' mi? ben kaşarlanmıştım bu hayatta. ilk ilişkimi yıllar önce yaşamıştım, ilk onunla yaşadığımı bilerek ve son onunla yaşayacağımı umarak. bu da benim deneyimsizliğimin başı ve sonuydu işte. sonrasında bir tane daha gelmişti, bu sefer kesin o sondu. sonra bir tane daha, bir tane de ecnebi, bir tane daha sonra b r t a n e d a h a . . .

bu işlerin çözümü yok bebek. evet artık ben buyum. melankolik, hadi o da olmadı diyelim, işkoliğim. çünkü bünye, sürekli tutunacak bir dal arıyor. bu dal bir transformer gibi. zaman zaman bir sevgilinin omzu ve sinesi oluyor. zaman zaman ise küçük başarılar..

çok beden, çok insan ve çok aşk tanıdım. iddialı konuşmak bana göre değildir, bilirsin. hep bir "sanırım" ya da "bence" toleransı bırakırım ama bu sefer anladım. artık bana saf aşk haram. o yüzdendir ki bebek, eğer saf ve temiz bir -miş'li geçmiş zaman üzerine seninle kurulacak bir -di'li geçmiş zaman kurmak istiyorsan, bunun sadece bir -se ya da -sa kipi verebilirim. cümle içinde bile kullanabilirim.

keşke istediğini karşılayabilseydim. gel gör ki insan geleceği kadar geçmişini de kontrol edemiyor. o yüzden gel takılalım. sonu nasılsa yok.

27 Şubat 2011 Pazar

damacana

Gerek var mıydı şimdi aşka?

Böyle soru mu olurdu. Elbette ihtiyaç vardı aşka. Olmayanı takdirle karışık garipsememek lazımdı, çünkü büyük ihtimalle yalan söylüyordu. Be salak, insandık biz. Hepimiz biraz sevilmek, çokça sikilmeyi severdik uzun yıllardan beri. Sen miydin ki bizim genimizi düzeltecek olan? Bir gönülle doğmuştuk bir de deyimle, ota da boka da konan. Sen gönlünü seçme hakkına sahip mi olduğunu sandıydın? Bir kere senin o şapşal gönlünü annenle baban yapmıştı orasıyla burasıyla, seçemediğin anne babanın yaptığı bir şey üzerinde nasıl seçme hakkı iddia edebilirdin, öyle değil mi?

Ama sinirlendirmek konuyu saptırır. O yüzden biz konumuza bakalım.. ama evet ihtiyaç vardır aşka ya. Aşkı damacana suya benzetiyorum birkaç gündür. Belki de mutfağımın ortasında durduğu için gelip geçerken algıma en çok yerleşen nesne olduğu içindir, orasını ben değil Sigmund bilir. Severim kendisini, bir avuç okuyanım bilir. Bir kitabını bile okumadım henüz ama evet severim. Gelgelelim damacana konusuna… Damacana sudaki gibi aşk, en azından benim kendisine bağlı ruh hallerim.. Dışarıdan görünen o toz mavi görüntüsü, bebek erkek mavisi... Pompaladığın bir müddeti de aşka yaptığın yatırım diye addedelim hadi. Sonra içinden ne çıkar? Renksiz bir sıvı. Neye yorarsanız o… renksiz, şeffaf başlıyor her şey. En azından başlaması gereken hal o. Eğer başlamıyorsa, su tedarikçinizle iletişime geçin. Benim bahsettiğim haller, şeffaf başladığı haller, benim hep şeffaf başlayan hallerim.. Şeffaf gelir su elimize. Sonra, onu kaynatabiliriz mesela, fokur fokur olur. Makarna pişer içinde, mantı pişer bugün yaptığım gibi, ya da kaynar durur. Karın doyurur, mutlu da eder ama kısa sürelidir sanki. O kaynattığınız su bir soğudu mu kimseye faydası kalmaz artık. Aynı suyu sıfırdan soğutadabiliriz mesela. Buz gibi dolapta.. gel gör ki ben soğuk suyu da sevmem. Ben, en çok sürahideki suyun halini severim. Oda sıcaklığında tutarım hep.

Ama oda sıcaklığında sürahide duran su, durduğu yerde durmaz ki hiç. Ya kaynatılır, ya soğutulur.

Sonra bir gün bir bakarsın, pompa boşa üfürür. Su bitmiştir. Ancak bir iki damla aksırır, o da size bir nebze „oh neyse ki iki gıdım daha var“ dedirtmek adına. Aşk, damacanadaki su gibi arkadaşlar, inanın bana. Ve bitiyor. Başlıyor, ve bitiyor. Keşke bitmese. Sonsuza kadar bizi besleyecek pınarlar bulsak (kendi adıma da amma atıfta bulundum ha, çaktırma.) ve bir ömür boyu aynı damacana giderse susuzluğumuzu, tam istediğim gibi. Bir damacanayı alırken, ikincisini de alayım yedekleyeyim de biri bittiğinde diğerini yerine koyarım, diye düşünmeden hareket edebilsek. Sevebilsek ikinci kere. Ama olmuyor ki işte…

Sevdirmek, bir meziyet. Sevmek ise sanki bu yaşlarda ondan bile zor dostlar. Sütten ağzımız yanmış, suyu üfleyerek içiyoruz. Nereye kadar? Pompa, bastığımız havayla hırlayıp iki gıdım su tıksırarak bize uyarı verene kadar. Sonra geç hemen yedek şişeye.

Ben, damacanayı yedeklemek istemiyorum arkadaşlar. Bence çoğumuz istemiyoruz. Bu yüzden de tek damacana kullanıyorum. Bugünlerde yeni bir suya başladım, bilen biliyor. Uzak dağlardan geliyormuş suyu, İstanbul'dan.


Bekleyip göreceğiz neler olacak. Şifa mı getirecek, bela mı. İyi düşünelim, iyi olsun. Geleneksel iyi dileğimi dileyip susuyorum.

Yedeksiz damacanalara...



14 Ocak 2011 Cuma

narsistein

bu aralar iç dünyama taktım. asosyalliğin başlangıç semptomları mı deriz artık yoksa olgunluk yolunda bir iç yolculuk deyip sevimlileştirir miyiz bu asosyalliğin başlangıcını (ki farketmişsinizdir, bana göre her türlü asosyallik demek bu düpedüz) bilemem.

arabada yolculuk ederken -ki bu ofiste geçirdiğim vakit dışındaki tüm vaktim demek neredeyse- konuştuğum tek insan kendimim. bir umut sarıkaya gibi gözlemliyorum bünyemi. derinlemesine eşeleyip mizah yapacak bir şeyler arıyorum daha çok. tipik olan, klişe olan ve bu yüzden komik olan. zaten gözlemleyecek başka bir insan yok, yani yaptığım sanatsal bir şey de değil aslında. sadece ben varım oyalanacak, e ben de kendi kendime oyalanıyorum.

çok karmaşık duygular yaşadığımı gördükçe arada bir hayranlık duyuyorum kendime. evet bu da asosyallik sonrası narsizm olabilir. her şey olabilir. ben 23 sene ağzına çay koymayıp 24. senesinde kupa kupa çay içen bir insanım. dinamik bir yapım var yani. narsist olduğum tek konu da bu olayın ta kendisidir. herkesle çelişemeyen ben, kendimle pek tabi çelişiyorum. ve bu durum da acaip hoşuma gidiyor.

kaotik bir düzen benimki. bütününde kararlı davranışlar, ama sistem içerisinde bir düzensizlik. kaos dediğin şey de zaten kendi içerisinde öngörülemeyen birtakım düzenli değişkenlere bağlı düzenli sistem demekmiş zaten. (kaynak: ntvblm'in bu sayısı)

birini çok sevmek, sonra bir anda vazgeçmekten tutun da, bir sokağa hiç sapmak istemeyip kendimi bir anda o sokakta bulmaya kadar giden bir iç tutarsızlık yaşanıyor. söz konusu insan dinamikleri olunca isviçreli bilim adamlarının bile destur ettiğini düşünürsek, belki de bir yerde bırakmak lazım irdelemeleri. hem, kendini çözeceksin de n'olacak dediğinizi duyar gibiyim.

ne biliyim.

işte bu yazı kadar tutarsız hissettiklerim. hiçbir insana bağlı olmamak, hiçbir düşünceye bağlı kalmamak demek benim açımdan. şimdilerde bu özgürlüğün sersemliğini yaşıyorum. bir oraya, bir buraya. bir sever gibi yapıp yengeç gibi çekilmek gibi. ya da gitmek istediğim diyarları, özellikle benden başka kimsenin gitmek istemeyeceği yerler olarak seçmek gibi. yalnızlığı sevince, kendisini ona daha da bağlayası geliyor insanın. bir de sevdikçe sevesi geliyor insanın diye bir laf, ki o benim değil. yıldız tilbe'nin.

karmaşık denklemleri isviçreli bilim adamlarına bırakacak olursak.. geriye ne kalır bulamadım. ben kendi çapımda bilime yardımcı olmaya adayım. pınar güngör bünyesinde yatan ne varsa uğur dündar'ın çocukluğumda bilinçaltıma attığı tüm araştırmacı yeteneklerini yengeç gücümle harmanlayıp su yüzüne çıkaracağım. yalnız uğur'cum, ben bu tükkana mühür vuramam; zira kendisi bana lazım. onda başta anlaşalım. ama yamuk gördüğüm yerde de uyarıyorum bünyeyi, için rahat olsun.

o değil de, bildiğin asosyallik belirtisi bu. acil toparlanmak mı lazım?

çay getirin bana. içeceğim bu akşam.

4 Ocak 2011 Salı

xs

geçen sene, 2010'un ilk günlerinde, hayatımın çok güzel gittiği konusunda artistlenmiştim. "hayat böyle gitsin, benim sırtım yere gelmez" diyerek, yıl boyu gidecek "ben zaten hayattan alacağımı aldım abi" cahilce duruşumun sinyallerini daha ilk günlerden sızdırmaya başlamıştım.

nitekim, o hayat denen mahlukat bu cahilce isteğimi fazla avam bulmuş olacak ki, kendini bir yılda angelina jolie'den banu alkan'a çevirmeye başardı. bu ne demek; gösteriş demek, 90*60*90 (!) demek, şahin görünümlü doğan demek.. evet, böyle bir seneydi işte. ha bir de panter demek tabi ki.

kısacası, 2010'da ne olmuştu? kitabının indeksinden pini ile ilintili sayfalarını bulacak olursak:

*yıkıcı bir ayrılık
*drama queen'likten payıma düşen yalın drama
*latin bir efsane sevgili
*candan öte bir kardeş daha
*bütün dostlar
*aile
*onları daha da bir çok sevmek
*zerrrhoş olmak, asi olmak
*berlin, berlin, berlin
*ispanyol bir sevgili
*ispanya, ispanya, ispanya
*aileyi ve dostları özlemek
*berlin, izmir, berlin.. ve İZMİR.
*en sonunda.. yeni bir ev, yeni bir hayat.

son satırda,
*izmir, istanbul, izmir, istanbul.

bak hayatçım, seninle açık konuşacağım. bu sefer öyle ukalalıklarım yok, hatta hayatımda ammman değişmesin diyeceğim çok bir şey de yok. aile, dostlar ve istanbul, bu üçünü bana bırak, geri kalan küçülenlerimden beğendiklerini kendine alabilirsin.

çünkü bu sene bana biraz dar geldi. belki sen biraz çektin, belki ben biraz şişmanladım şu günlerde. her neyse ne, giydiğimde üstümde beğenmiştim de, şimdi yeni şeyler peşindeyim.

o yüzdendir ki.. birkaç ana husus bana kalsın, gerisini de al götür.

illa ki bir ihtiyacı olan bulunur.