29 Mart 2010 Pazartesi

yuvarlanıp gidiyoruz

dünden kalma sarhoşlukla, bugün güne biraz sallantılı uyandım. sonrasında bir kupa -azaltılmış kahveli bol sütlü- kahve, yeni moda kalp ilaçlarım ve doğruca yola koyulmaca. tempolu bir yürüyüş, yolda "denglish"çe (yani deutsch-english) bir konuşma doktorumla, kan tahlili sonuçlarım normal çıkmış, hayatın ve tiroidimin benimle ilgili bir derdi yokmuş. oh ne güzel. henüz sandığım kadar sağlıksız değilim; toparlamak için hala şansım var. sevgilimle ayrıldıktan sonra yeni yıl hedeflerimde reforma gitmiştim. kahveyi 10 kupadan birkaç tane aşağı çekmek ve sağlığıma eskisinden daha fazla dikkat etmek maddelerini 1 numaradan listeme soktum, yavaş yavaş uyguluyorum.
sonrasında o dönmek istemediğim yurda gidip 3 ayda "çok fena kirlettiğim" duvarları boyamak için boya almaca.. yarın, hayatımda ilk defa duvar boyayacağım; ilginç bir deneyim olsa gerek, şimdiden heyecanlanıyorum. sanatın her konusuna olan yeteneğimin ilgimden çok daha geride olması nedeniyle biraz çekinmiyor değilim. bakalım görelim.
sonrasında okula gidiş, arkadaşımla bir kupa kahve, oradan hop Deutsche Bank. babam sağolsun durumu; param yatmış. yeniden yaşayabilirim; ama artık burs bittiğine göre hesaba kitaba daha bir dikkat etmek gerek. hazırdan yeme durumu bitti, yeniden babamın kanatları altındayım.. canım babam, seviyorum tontonumu.
sonrasında koştur koştur kendi kampüsüme gelmece, çabucak koridordan sıvışmaca. kimse farketmesin diye öğle tatilinde geldiğimi; tamam belki sabahleyin çok işler hallettim ama bunu kim nereden bilsin. neden insanların düşündüğünü bu kadar takıyorum derseniz... ben de bilmiyorum, sanırım bunu değiştirmeyi de reforme listeme üst sıralarda sokabilirim.
ve sonrasında.... onu düşündüm. bir düştü aklıma ki çıkmıyor.. elim telefonda, yeşil ile kırmızı tuşa basmadan gidip geliyorum. tam akşam aramaya karar vermişken, hoop bir bakıyorum gmail'e giriyor. hemen atılıyorum tabi, naber muhabbeti. ben iyiyim, o pek iyi değilmiş. sağ kolu uyuşuyormuş. kıyamam ben ona, ama o bunu bilmiyor. sonrasında garip bir muhabbet geliyor; birden suçlandığımı farkediyorum. ben geçmiş olsun derken nereden geldik"sen ayrılsaydın beni hiç özlemezdin, ya da ben soğutsaydım seni kendimden hiç önemsemezdin" muhabbetine ben bilemedim. sonra ben ondan cevap beklerken çıktığında da anlam veremiyorum, hadi diyorum bir arayayım, herhalde bir yanlışlık olmuş. olmamış yanlışlık falan. bildiğin "suratıma kapatmış" gmaili. konuşmak için ısrar ettikçe ben, daha da cömert davranıyor kırıcı olmakta. kapıyorum telefonu ve konuyu. sinirden bir yazı yazıyorum. ama bu sefer adres blog falan değil; doğruca onun maili. hakediyor böyle zehir gibi bir maili; umarım geçerliğini kaybetmeden okur tembel teneke..
sonrasında yalancı bir çalışma, kafayı rahatlatmak için uzun bir market alışverişi.. işe yarıyor; her zamanki gibi. en sevdiğim tren istasyonunda iniyorum. kulağıma Lilly'yi takıyorum. bir anda her şeyin rengi değişiyor, ruh halim 180 derece dönüyor. "music makes my world go round"u "music makes my world turn round" yapıyorum kafamda, ruh halim açısından. iyi tabi her şey; mutlu oluyorum birden; "aman, giden gitsin. kaybeden beni kaybeder" hali. ama stabil bir şekilde; öyle acınılası kız muhabbetlerinden biri gibi değil. gülümsemeye başlıyorum, kafam daha bir dikleşiyor, omuzlar geriye. ve saniyesinde tepkiyi alıyorum; tüm orta yaşlı alman erkeklerinin hayran bakışlarıyla. yok ki etrafta gülerek dolaşan genç kızlar! olunca kıymetli olunuyor tabi..
tren istasyonundan çıkıp yürüyeceğim uzun ve geniş caddeye, önümde uzanan ışıklara ve şık insanlara bakıyorum. tam o sırada, solda köşedeki çiçekçide dışarıda satılan saksıdaki sümbülleri görüyorum. nasıl da güzeller! hem de sadece 3,90 euro. seçmek için bir tanesini, ne tomurcuklarını sayıyorum, ne de yapraklarını kontrol ediyorum. bugün duygusalım. hepsine teker teker bakıyorum, kendime en yakın hissettiğimi alıyorum elime. saksının içine bir tane de dekorasyon batırmışlar, keçeden sarı bir kelebek. hani, şu senin rüyanda beni beraber gördüğün sarı kelebeklerden.. taksim'de görmemi istediklerinden, yorgun geçen günüm sonrası.
ama, bugünden itibaren senin anılarını silmenin ikinci aşamasına geliyorum. çünkü beni çok kırdın. ayrıldıktan sonra seni hala olumlu hatırlamam, hala psişik olmamızın sana rahatsız gelmesi asıl bana rahatsız gelen. kırıcısın ve hödüksün. gittikçe de artıyor bu durum. ah, ne yapmaya çalıştığını bir bilsem...
çiçeğime güzel bir paket yapılıyor, tam o sırada önümdeki yola bakıyorum ve Lilly "but I've got a life ahead of me and I'm just 22" diyor. çok basit sözler ama tam o sırada önümdeki yola bakmak için kafamı kaldırdığımda bana öyle gelmiyor işte. ve oracıkta sümbülümün adını Lilly koyuyorum, zaten uyuyor kendisine. şarkının adı "I could say" , tavsiye ederim.
tempolu bir yürüyüş sonrası terli terli eve gelmek ve pijamalarımı giymek ise gerçekten güzel bir his. gün geçtikçe domestik oluyorum, ve bu hoşuma gidiyor. özellikle bolca alkol, parti ve bir sürü yavşayan yüzeysel erkekle geçen bir haftasonundan sonra buna çok ihtiyacım var.

sen, (eski) sevgilim, sana gelirsem... bugün tam bir "ahmak" gibi davrandığını söylemem gerek. seni sevdiğime pişman olmamak için elimden geleni yapıyorum, birtakım kararlarını dönülmez kılmak için ortaya koyduğun tüm bu tavırlarla bana yardım etmiyorsun. ne seni unutabiliyorum, ne de nefret edebiliyorum.

umarım bugünkü sözlerimden az çok bir şeyler dank eder kafana. taş gibi acıtır biraz ve belki de yardımcı olur unuttuklarını hatırlamana. unuttuğun güzel anıları ve benim de iyi bir insan olduğumu özümde...

25 Mart 2010 Perşembe

.

bugün seni çok özlüyorum. mutfak camından dışarı bakarken bizi düşündüm. ilk öpüşmemizi. cinnamon karşımızda, beni kendine doğru çekişini. sonra birbirimizi içimize çekişimizi. ta ki güvenlik gelip "evinize gidin gençler" diyene kadar.. yanaklarımız kızarmıştı binerken arabaya. küçük bir gülümseme yüzlerimizde, utangaç. yine olsa yine yapardık. hatta yapsaydık keşke bir daha, sen beni otele bırakana kadar. tutku. tutman beni sıkıca.

çiçekler.. aldığın tüm çiçekler. neydi en sevdiğim çiçekler sorardın da sorardın. en sevdiğim çiçekler, senin aldıklarındı. ister papatya olsun ister orkide.

daphne mesela. sarılıp içimize çekmemiz yeniden birbirimizi. güzel bir bahar defnelerle başlamıştı bizim için. portakal suyuyla mutlu olmamız kahvaltıda. bir biz bir de başka bir çift, yine kaçak. sonra o muhteşem teras, bütün Sultanahmet ve sonrasında İstanbul ayağımızın altında. orada da öpmüştün beni, ve sonra Bebek Parkı'nda da. oyuncaklara inip biniyorduk, sonra da hop koşup öpüyordum seni. çünkü çok özlemiştim. özlemesi iki çift dudağın birbirini o kadar..

o daphne gününden sonra kafama koymuştum. olur da bir gün sen de beni çok seversen, sonra annemler seni, senin annenler beni, büyük aileler birbirini severlerse, sonra bir gün sen cesaretini toplarsan ve bana hayalimdeki "basit ama orijinal" evlilik teklifi edersen ve ben de sana filmlerdeki gibi "EVEET" diye bağırırsam ve sonra 2012'de dünyanın patlayacağına inancın tam olmasına rağmen benim için askere gidersen ve gelirsen ve sonra bir sürü yüzük takarsak ve kır düğünü yaparsak ve sonra çekirdek ailemiz hala birbirini severse ve bu sayede huzurumuz hep kalırsa ve biz birbirimizi zaten çok seversek ve sonra bir gün ben hamile olduğumu öğrenirsem sonra sana söylediğimde benim kadar sevinirsen ve sonra bi sürü çilek ve bi sürü kavun yersem ve küçük bir devanası olursam ve sonra bir gün o devanası karnım nispeten indiğinde ve kafamda pembe lohusa tacım, hastane yatağımın başucunda sen, dünya güzeli bebemizi elimize alırsak.. adı Defne olsun. du.

"times are hard for dreamers" der bir dostum çok sık, o geldi aklıma.

sonra, tüm diğer hayallerimiz. pazarcılık mesela! domates satmak. organik pazar açmamız Ege'nin bir kasabasında. antik kuntik hayaller değil, iki içine kapanık insanın aradığı dinginlikti bizimkisi. tek hareket pazarlık olsundu, yanyana tezgahlarımız, birbirimize arada bir bakıp "domaaat" diye bağıralım diyeydi tüm çabamız.

içimize kapanırken birbirimize dönerdik biz. kollarımızla örerdik etrafımızı, hayallerimizi de içimize alır kozamıza kapanırdık. güzel bir kelebek olmayı başardığımız tüm zamanlar, hala ve hep, eşsiz.

seni çok ama çok özledim. neden bilmiyorum. daha doğrusu, neden bugün?

mutlu anıları düşündüm son bir saat boyunca. ağladım mutfak camından dışarı bakarken. öylece, sakin sakin düşünüp ağladım.

bu satırları sana yazabileceğim günler vardı. gerisi yoktu. bugün sadece güzel günler var aklımda. dışarıdaki rüzgar gibi gelip geçiyor üzerimden. dışarıdaki rüzgar gibi onlar da, üşütmüyor.

tutman beni tutkuyla, ve seni bu kadar özlemem bugün. seni bu kadar sevmem ve nefret ederken bile anlamam bir kere daha sana aşık olduğumu. hepsi benim bir parçam oldu seninle. başkalarına basit sözcükler gibi gelirken bu isimler -pazarcılık kadar basit belki de- bana seni hatırlatıyor hepsi.

sana yazamadım, geldim buraya yazdım. kek yapmadım, güzel de yazmadım. ama rahatladım.

24 Mart 2010 Çarşamba

istanbul'a dair

Berlin'den, sonunda buraya da gelen bahardan, sunroof'lu ofisimden ve turkce karaktersiz deutsch klavyemden selamlar!

Bu, kendime ait odamdan yazdigim ilk yazi. Su meshur anilardan korkarak ayak suruyerek geldigim odamdan. Yani, herkes yalniz kalmak ister bazen bir odada, hatta hayal kurar bazilari odasina kapanip, sonra güzel eserler cikar o odanin kapi esiginden. Sonra okur onu baskalari, esinlenir, huzunlenir vesaire. Benim böyle bir tanidigim var, daha önce de yazmistim zaten.

Su siralar Elif Safak'in Siyah Süt'ünü okuyorum heyecanla, ve ayni odadan bahsedildigini orada da gördüm. Gercekten herkesin, en azindan kalemiyle konusanlarin, bir odaya ihtiyaclari varmis sadece kendi seslerini duyduklari. Benim odam da burasi artik. Hatta bu oda, pek cok bloga ev sahipligi yapacak gibime geliyor!

Belki bunu milyonlarca kere daha tekrar edecegim, sonunda yeteer diyip blog adresimi herseycokguzelolacakbiliyorum.blogspot.com yapacagim ama bu beni motive ediyorsa yapmaliyim a dostlar.
Haydi o zaman.. Her sey cok güzel olacak biliyorum! Hatta hissediyorum bile! :)

Son olarak, Siyah Süt'ten bir anektod. Biraz durdum dün bunu okuyunca.

"Istanbul'da bir sevdigin varsa, üstüne üstlük bir de Istanbul'u seviyorsan, ne kadar uzaga kacarsan kac gene de kurtulamazsin bu sehirle cebellesmekten rüyalarinda."

Bekleyip görmeliyim rüyalarimi. Inisleri de cikislarim kadar kabullenmeliyim.

Ama yine de.. Su an Istanbul'a dair tek duymak istedigim, Dodo'mun albümünü armagan ettigi Incesaz'in inisli cikisli tingirtilari. Bana Istanbul'u onlar anlatsin.

20 Mart 2010 Cumartesi

iki iki dört




Dün sabah güne gözlerimi daha ilk defa açarken "O"na ilk konusuz mektubu yazmayı aklıma koymuştum.

Tüm gün metni kafamda evirip çevirip yazacaklarıma yenilerini ekledim beş hissimle.
Akşam, bıdıklığımdan beri görüşmediğim bir arkadaşım için ertelendi "O"na ilk konusuz mektubum.

Kordon'da Sunset'te bir Efes Dark Brown, yanına da bir türlü gelemeyen elma dilim patatesten bile leziz bir sohbet. Kordon Keyfi dedikleri bu olsa gerek dedirtecek cinsten.

Dün, "O"na ilk konusuz mektubumu hiç yazmadım.

Aklımdaki tüm sözcükleri akıttım gitti dostuma biralarımızı yudumlarken. Ve huzurlu mu huzurlu bir uyku çektim sonrasında, bu sabah da konusuz mektup hayalleriyle uyanmadım yeni güneşli İzmir gününe.


Arkadaşlar iyidir.

17 Mart 2010 Çarşamba

it's not me it's you

Bugün, yeni yetme bir blogger olarak ilk yorumumu aldım. Hem de blogumun ilham perisinden, Dodo'mdan! O tam bir ilham perisi, yazdıklarıyla sadece benim değil başka "1532" kişinin daha kah tüylerini ürpertiyor, kah kocaman gülümsetiyor. İleride çok etkileyici bir yazar olacağına en çok inanlardanım ve onu çok seviyorum. Canım Dodo'mdan ilk yorumum kutlu olsun o zaman! :)


Herkesin bir türlü negatif enerjisini attığı bir "toprak"ı oluyor. Çok alışıldık olmasa da, benim toprağım da arabam. Direksiyonun başına geçip avare avare dolaşmak rahatlatıyor beni.

Aylardan sonra bugün yine öyle yaptım. Geçen hafta hiçbir masraftan kaçınmayarak aldığım Lilly Allen'ın CD'sini taktım müzik çalara. Çok ilginç bir kadın bu; geçen hafta İstanbul'da beni ciddi bir melankoliye sürükleyen şarkılara bir baktım ki avaz avaz eşlik etmeye başlamışım neşeyle. Sahil yolundayım, ağır akan trafik var önümde. Yanımda başka arabalar, arada bir kesişmeler de trafiği renklendirmiyor değil. Onlardan da ötede, sözde temizlenmiş körfezden karnı zehir dolu balık tutan amcamlar, geç yürüyüş yapan teyzeler, liseli gençlerin birbirine bağlanan korkak elleri, kahkahaları.





Lilly, yol arkadaşım. Önce Everyone's At It, The Fear, Not Fair ve 22. Sonra birazcık atlıyorum ve F*** you'ya geçiyorum. Sesi sonuna kadar açıyorum, artık akıcı hale gelen trafikte avaz avaz bağırarak (belki de yandaki arabaların meraklı bakışları altında, o noktada umursamaz halde olduğumdan bilemiyorum) eve doğru yol alıyorum. Gerçek bir meditasyon ve işe yaradı. Eve geldiğimde daha bir sakindim sanki.


Lilly Allen, kimilerine cinsel içerikli olması dışında Hepsi'nin şarkılarından farksız altyapı ve sözlerle müzik yapan biri gibi gelebilir ama bana nedense her dinlediğimde farklı hisler uyandırabilen şarkıların sanatçısı gibi geliyor. Bu yüzden de vicdamının sesini dinleyip orijinal albümünü aldım zaten.


Albümün en çok da adını seviyorum. Kendi adıma çok benimsedim; herkesin bize dediklerinin bir restatement'ı sadece. Saçma. Öyleyse, onlar bana demeden ben onlara diyeyim.


Evet, it's not me, it's you. O zaman bağıra çağıra sekizinci şarkı. Bir kez daha.






İkinci kez dinlerken yarıda kalan şarkımı umarım ebeveynlerimden biri dinlemez. Ama, siz dinleyin. Lilly Allen iyidir.



İzmir'den sevgiler, arabamdan selamlarla!




16 Mart 2010 Salı

ready for take-off

bu blogu son yazdığımdan beri benim için mevsimler geldi geçti.

yazlar kısa ve sıcak geçti.

kışlar ise sağanak yağışlı ve soğuk.

çok soğuk günler geçirsem bile yağış hiç olmazdı benim iklimimde.

ama son günlerde seller bastı yüzümü, altyapı uygun değilmiş meğersem.

ayrılığa hazır değilmişim. kim olur ki?

o olmuş. kırılmış, susmuş, kinlenmiş, taşlaşmış, alışmış sonunda da ayrılmış.

o kış çocuğuymuş başından beri, ben de yaz. doğru. uygun değilmişiz. doğru, değildik. ama demiştim ya daha önce de, onun sayesinde sevmiştim ben kışı. bir yaz akşamı kırmışım onu, o da bir kış sabahı bıraktı elimi.

Gururu kustum içimden, bir daha da uzun süre uğrama dedim.

Kalktım, havalandım Berlin'den indim İstanbul'a. İndim ki ne iniş. Yerin dibine kadar.

Kimsenin beni böyle görmemesine aldırmam da, ben bile kendimi böyle görmemiştim.

En azından "denedim, olmadı" diyebileceğim anılar ekledim hayatıma.

Kaan Sezyum'un eşinin anısına yazdığı yazısını okudum az önce, hayatın anlamı anılarımızmış demiş. Al benden de o kadar diyesim geldi. Anılar.

İşin ilginç tarafı, bu anıların sevgilimle bize düşen payında, kış çocuğunun kendine kötü ve çürük anıları alıp, yaz çocuğuna da yalnızca kıpkırmızı, kıtır, güzel anıları bırakması..

Şimdi ben, elimde payıma düşen bunca irili ufaklı, cam boncuk gibi aklımda hala pırıl pırıl parlayan anılarla ne oyunlar kurmalıyım bilmiyorum. Sanırım, bir süre bu boncukları dizinden çıkarıp aklımın farklı köşelerine dağıtmak en doğrusu..

Şimdi evimdeyim. Beni çok seven insanların yanındayım. Bu şehirde güneş var. İstanbul, çok soğuk ve yağışlıydı geçen hafta. En azından benim için. Şimdi, burada güneşi gördükçe düşünüyorum.

Acaba, yaz zamanı geldi mi?