13 Ağustos 2010 Cuma

post-mahrem


*hayat, yerine koymakla geçiyor. bir anının yerini bir başkası alırken önceden "o"nunla oturduğun koltuklarda, sonrakiyle sohbet ederken, öncekine ait sırrı bir sen biliyorsun o anda, bir de duraksadığın o andaki sessizliğin. yolda yıllar sonra birbirini bir kez gören, bir daha da hiç aramayacak iki arkadaş gibi bir anlık karşılaşıp ayrılıyorsunuz. bir daha da o sessizliği hiç görmezsen şanslı say kendini. ta ki sonraki, önceki olana kadar.

*ev, insandan ibaret. insanlar, evin olduğu sürece senin yanında. yani, karşılıklı koşullu bir bağlantı bu. sevdiğin insanların olduğu yer evin; ve orası evin olduğu sürece benimseyebilir insanlar seni, kendilerinden gibi.

*aşk, bir ihtiyaç. kafamda kendim için kurduğum yüzeysel hayatları istemez gönlüm. sol göğsümde asla iş, daima aşk için çarpan bir pompa var hislerimi tüm vücuduma pompalayan. ne kadar dur, yok, istemem desem de olmaz. iyisi mi kirlenen kanla beraber gezmek tüm vücudumun damarlarında, atmak, kırmızı olmak mavi olmak. herkesten ve her şeyden önce kainattaki, kendimi ve vücudumu tanımak. ve sonra temizlemek kanımı sol göğsümdeki yegane organımda.. yarasını yalayarak yamayan bir kedi gibi.

10 Ağustos 2010 Salı

köpük



herkes denizde yüzmeli bu yaz. ellerini, kollarını suyun boşluğuna bırakıp bir kerecik olsun vücut ağırlığını başkasına taşıtmalı. güvenmeli suya, onunla oynamalı. saçlarının arasından kayıp, geldiği yere dönerken sular, şöyle bir güneşe yüzünü dönüp hafifçe gülümsemeli. ve sonra yeniden dalmalı derinlere..

hayatı sevmek için bundan iyi bir yol yok.

8 Ağustos 2010 Pazar

requiem for a dream



bugün denizde yüzerken ablamın çok yakın arkadaşı, bana bir soru sordu. soru basit, cevabı da basit olmalıydı belki de. ama hala aklımda söyle(yeme)diklerim..

hadi tamam, 16sında dönüyorum berlin'e, sonra iki ay kalıyorum, tezin tasarım kısmını bitiriyorum, izmir'e dönüp babamın yanında çalışmaya başlıyorum, büyük projemizin başına geçip çok büyük siteler, apartmanlar dikiyorum sonra da arkadaşlarıma satıyorum. falan filan.

da..

"mutlu musun Pınar tüm bunlardan? yani burada yaşamayı gerçekten istiyor musun, bunu sen mi seçiyorsun"

hö? bilmem. yani... elbette inşaat mühendisliğini çok seviyorum. e' babamı zaten her şeyden çok seviyorum. şirket desen, hazır iş olması umrumda değil. izmir güzel, rahat. ama bir sorun var. buraya geldim geleli kafamı kurcalayan. itiraf etmeye, sesli dile getirmeye bile utanıyorum. benim bir idealim yok arkadaşlar. yok. bir yerlerde kaybettim onu, aklımla beraber. bazen kafamı o kadar beşeri, o kadar gereksiz sosyal işlere yorarken buluyorum ki kendimi, şu atari salonlarında türlü deliklerden kafaları fırlayan kurbağalara vurduğumuz gibi vurmak istiyorum kocaman sünger bi tokmakla kafama. eski sevgilim ne demiş, annem bana mı kızmış, ne! o bana mı kırılmış, a onu aramayı unuttum derken bitti gitti tüm gün. tüm ay. tüm yıl ve benzeri. kim için yaşıyorum diye durup düşünmeli bazen insan. hadi ben o kendini sorgulama olgunluğa geldim gelmesine, kendimi sürekli başkaları için yaşarken bulmak olgunluk mu?

bir idealim, bir hayalim olmalı. beni hayal kurmaktan da yine bu beşeri, sosyal meseleler vazgeçirmedi mi? ben akşam yastığa kafamı koyduğumda hayal kurmaktan uyuyamaz, yine aynı bu Çeşme'deki yatağımda sabah mahmurluğuyla uyku sonrası hayallerine doyamamaktan bir saat ayağa kalkamazdım. demek ki, bir yerlerde bir şeyler değişmiş, hayallerimi kiler dolabına saklamış, nem kokusuna hapsetmişim. başkalarının bana gelirken getirdikleri kendi hayallerini kullanmış, doymuşum, kendiminkileri de oracıkta unutmuşum. bu durumda, hayatımı çıkmaza sokan şey kabak gibi ortada. bir mühendis olarak n'apmalı? sorunu çözmeli. ama insan isteyerek ideal edinemez ki.

ne istediğini bilmek önemli. ondan sonrası çorap söküğü gibi gelir gibi.. ben, ne istediğimi bilmiyorum. hiçbir şeyde. aile, aşk, iş olarak adlandırabileceğimiz üç ana hayat kalemiyle olan otorite durumlarımızda, şu an fazlasıyla edilgen taraftayım. gelsin hayat bildiği gibi yapıyorum ama bir yerlerde de dur höyt demem lazım. ne istediğimi bulmam sonra da mücadele etmem lazım. sanırım son günlerde eski defterleri açıp bir şeyler çabalamam da tamamen bunu yapmaya başladığımı kanıtlamaya çalışmam kendime.

bir ne istediğimi bulayım. ah onu bir bulayım..

**bir de bir de.. niye hep soru-cevap keşfediyorum hayatımı.. biraz anormal bence.

ben, sen, ben, efes


dün aldığım bilgilere göre, eski sevgilim benimle barışmayı asla düşünmediği gibi, benimle de ancak onunla barışma ümidimden tamamen sıyrıldığım zaman konuşurmuş.

fazla söze gerek yok; boğaz, düğüm, kalp, sızı falan diyeyim keywordler halinde.

yapacak tek bir şey var..





5 Ağustos 2010 Perşembe

yengeç-oğlak

eski sevgilimle barışmak istiyorum arkadaşlar. çeşme'de her metre kare bana onu hatırlatıyor. üstüne bir de en yakın erkek arkadaşım kendisinin kuzeni olunca, hatıralar paçalarımdan akıyor.

bir oğlak burcu, fazlasıyla kalbi kırılmış iyi kalpli bir erkeğe, içinde beş aydır biriken kinini unutturup nasıl geri kazanabilir bu yengeç kadını, düşünün taşının, fikirilerinizi bildirin.


oooof of. nelere kafa yoruyorum ama, di mi?

3 Ağustos 2010 Salı

güneş.rüzgar.yaz.


arkadaşlar, üzülerek söylüyorum ki Çeşme, "Çeşme"likten çıkmış. non-İzmirli arkadaşlarım üzülmesin darılmasın ama, burada bir 34 ve 06 istilası sürüyor ki sormayın. Her taraf İstanbul kalbur üstü tabakasına göre modifiye edilmiş: lüks cafeler ve canlı caz müzik sunan restoranlar, lüks cipler, vs.

Marrakech diye bir yer açılmış mesela.. Cuma günü ayağımın tozuyla ilk o mekana gitme bahtsızlığım oldu; Çeşme'deki günlerime duyduğum umuda bir balta vurdu. Herkes "bistro" lar halinde (sanırım İstanbullular buna stand diyor, bu durumda yakında biz de stand demeye başlayabiliriz) ortalarında birer tane 400-450 (!!!) milyona açtırdığı vodka şişeleri, yanına bir de redbullar geldiği anda onları bir an önce bitirme ve yeni bir tane sipariş etme acelelerine şaşkınlık ve sersemlikle bakmam bir yana, bu kadar içki içmeye nasıl tek bir uzuvlarını kıpırdatmıyorlar diye düşünmeden de edemiyorum. Marrakech'e notum on üzerinden üç.

bizim de böyle günlerimiz oldu ama. o da bir gerçek. mekana gidip, babacığımın kazandığı paraları az harcamadım ortak olduğum bistro vodkalarında. biz de az üşüşmemiştik redbull ya da vişnelerin başına, ama dans etmiştik en azından. bir miktar amorti ettik diyelim hani.

3 Ağustos surf günü. biraz hareket, iyice güneş ve bolca sıcak günün highlight'ları. surf'te yeni seviyelerin kapısı olan trapez dersine başlıyoruz yarın. alaçatı'yı mesken edineceğim önümüzdeki günlerde. kasım kasım kasılmayan tek insan tipine surf alanında rastlayabiliyoruz galiba. kasım kasım kasılan olursa da, ya çok iyi surf yapıyordur, ki bu kabulüm, ya da çok kaslıdır :) ki o daha da kabulüm!

gelgelelim, surf piyasası da İstanbul vurgununa uğramış, bir batılılaşma, burjuvalaşma, fiyat listelerine de yansımış. geçen sene ders aldığım okul, bana 3 gün ders+malzeme kiralama için 800 milyonu aşkın bir fiyat çekince, hocanın önce Oakley gözlüklerinin zifiri camlarının arasından gözlerine bakmayı denedim boş boş, olmadı güneşten rengi açılmış saçlarına bakıp, müşteri sadakati piyonumu oynamaktan vazgeçtim, "hı hı tamam" dedim çektim gittim. 800 milyondan ne kadar makul bir fiyata inebilir ki?

sonuç olarak, kürkçü dükkanı ilk okuluma döndüm, surf günlerine start'ı verdim. önümüzdeki hafta, tamamen bu işe yoğunlaşırsam ucunda olduğunu düşündüğüm alkoliklik sınırından da kurtulabilirim belki. bir de fazla enerjimi atarım; çok enerjim var çok.




1 Ağustos 2010 Pazar

rakı balık


dün gece Dalyan'da, iki haftadır beklediğim rakı-balık yemeğini gerçekleştirdik. yanımda, son zamanlarda kendisinden fazlasıyla haz ettiğim bir insan, önümde Tekirdağ Rakı'm, kalamarın sosunun ve karides güvecin salçalı yağlı suyunun tabağımda bıraktığı izden rahatsız olan garsonların sürekli temiz tabak getirme telaşı, değişen on binlerce çatal bıçak, her güzellik şerefine kaldırılan kadehler, bir yandan da arabayla gelmiş olup rakıya doyamamanın pişmanlığı beni öylesine etkiledi ki, zaman zaman kendimi çimdiklemek istedim. daldım, Dalyan denizine uzuun uzun baktım, teknelere, yatlara göz attım, etrafımdaki sesleri dinledim. gözlerimi kapattım, sadece kulağıma çalınan birbirinden kibar sohbetlere kulak kabarttım. her zaman aynı restorana gelen çin işi oyuncaklar satan ablanın "heyooo heyooo" şarkılı rengarenk oyuncaklarını almak için ağlayan çocukların ve onların ısrarlarına dayanamayan zengin anne babaların ablayla olan kibar sohbetlerine şahit oldum.

son zamanlarda kendisinden fazlasıyla haz ettiğim insan, dönüp dönüp neyim eksik, neye ihtiyacım var diye kollayıp garsona el kol ettikçe, "oh be, errrkek diye bir şey de vardı" diye rahatladım. özlemim, sadece rakı-balık'a değildi anlayacağınız. bunu söylemek ne kadar mantıklı bilmiyorum ama, artık beni bir denli bastıracak, garsonla iletişime geçmeme fırsat vermeden benim eksiklerimi kapatacak, dileklerimi yerine getirecek birini istiyorum yanımda. sevgili ya da değil, sadece öyle bir dünya olduğunu görmek açısından. umut vermesi açısından.

çok mutlu günler geçiriyorum iki gündür. mutluluktan bahsedip iç baymak da istemiyorum. ama şunu anladım ki, eğer biraz monoton hissediyorsa insan yaşamını, ya da içi kıpır kıpır etmiyorsa her zaman gittiği yerlerden, değişim şart.

pazarda babam domates alırken bir an kafamı kaldırıp etrafıma bakmam ya da herkes sofrada muhabbet ederken kendimi bir an "mute"a alıp sadece rakının ve balığın kokusunu alabilmem bir yılımı aldı.

değişmek, sanırım hayatıma dair verdiğim en doğru karardı.

değişebilmemizin şerefine.