20 Haziran 2010 Pazar

e mi

tatlı bir ömür gibi gitmeye niyetlendin
ayrılık atını eğerledin inadına.
git, yeni ülkeler gör, büyülü diyarlarda gez.
ama benimle eşleştiğin topraklarını da unutma, hatırla e mi!

gittin ey sevgili şimdi yollardasın
ayın değirmisini başına yastık yapmış uyumaktasın
güzel uykular, renkli düşler seninle olsun
ama bir zamanlar dizlerimde yattığını da unutma, hatırla e mi..

Mevlana


bu da benim manifestom

son günlerde içimde bir sıkıntı var ki bir türlü gitmiyor. yolda yürürken ya da metroda otururken, kendimi tıpkı şu reklamlardaki ya da tekdüze hayat temalı kliplerdeki toplu taşımada görüntülenen mutsuz suratlı insanlar gibi hissediyorum. daha doğrusu öyle görünüyorum, ama o sırada kafamdan binbir düşünce geçiyor. yazacak çok şey geliyor aklıma, sonra eve gelince hepsi uçup gidiyor.

mesela, geçen gün bir konuya kafam takıldı, düşündükçe üzüldüm gibi oldu. insanların kötü niyetli olmasına dayanamıyorum galiba. yani, tabi ki kimse sevmez kötü niyetli insanı, ama bende ayrı bir etki bırakıyor bu insanlar. sadece kendimi tehdit altında hissetmiyorum; o insanın zarar verebileceği tüm diğerlerinin kederini de yaşıyorum sanki. belli ki kötü niyetli diyorsam ben farketmişim niyetini, hadi kendimi korudum. ya başkaları? gidecek, bıdı bıdı edecek, hayatını frenleyecek, vs.

şimdi, asıl düşündüğüm bu değildi.. kötü niyetli insanı, herkes az çok tanır belki de. ama insanların sana sunduğu dilekler.. işte onun rengini bulmak o kadar kötü değil. dileklerden kastettiğim, genel olarak sözler, senin için hayattan bulundukları istekler, vs. Çok karıştı kafalar, farkındayım. benim de öyle. yazar gibi düşünüyorum kaç gündür kafamda. iyisi mi tüm bunlar nereden geldi aklıma oradan başlayayım.

yazılarımı okuyacak iki insan vardır galiba, ki onlar da gayet iyi biliyor :) , ki üstüste iki tane enfes tatil yaptım bu aralar. biri Sevilla'ayaydı, biri de Roma'ya. rüya gibi şehirler, renkler, kokular, canlı sokaklar.. bunların hepsi, uzun zamandır kış uykusunda olan fotoğraf çekme iştahımı uyandırdı bir güzel de kabarttı; dolayısıyla bütün bir kışın çekilmemiş fotoğraflarını da çektim bu şehirlerde, üzerine de arkadaşlarımla paylaştım günümüzün en popüler sosyal paylaşım ağında :)

bir sürü güzel yorum geldi, insanlar gidemedikleri yerleri gördü bu sayede, belki biraz orada hissettiler. benim için fotoğrafları çeken insan açısından bakılınca, çok tatminkar bir durumdu. bunlar beni güldüren, mutlu eden şeyler.. hatta çoğunluğu böyle olduğu için de çok şanslı hissettim kendimi.

aynı zamanda, başka bir arkadaşım avrupa'da küçük bir tur yapmayı planlıyordu; kalkmış bütün yol rotasını yazmış yine bu sosyal paylaşım ağı'na.. altındaki yorumları okuyunca, içim sıkışıverdi birden.

"hayat sana güzel", "oooh, gez gez bakalım", "sıkıcı hayatıma bakıp lanet ediyorum", "senin bu tez ne zaman bitecek kızım".. hele sonuncusu, en sinir bozanı biz master öğrencileri için. sanane?! diyesi geliyor insanın. belli ki zaten stres altındasın, evet geziyorsun ama bir yandan da minik bir tez sineği var sürekli etrafında, silkeliyorsun gitmiyor lanet. sana mı düştü şimdi bunun derdi? hatırlatmak zorunda mıydın? sen mi veriyorsun harçlığımı arkadaşım? diyesi geliyor insanın.

ben, bu tip yorumların arkasındaki olumluluğu göremiyorum maalesef. ve ister bana yapılsın, ister başkasına, benim acayip sinirimi bozuyor. kimse yapmasa keşke.. öte yandan, geçen gün arkadaşım bir yorumda bulunmuş mesela, türkiye'ye gidince öpeceğim kendisini: "o kadar güzel yerleri gezip görüyorsun ki, seni özlememe rağmen bir an önce gel diyemiyorum". iyi niyet budur. senin yapamadığını yaparsa arkadaşın, ona negatif enerjini değil, en güzel dileklerini sunmaktır. nefret, lanet kelimeleri, ne kadar ironi için kullanılırsa kullansın, hiçbir ama hiçbir türlü bende en ufak bir iyi duygu uyandırmıyor.

bu kadar negatif enerji üstüste gelince, haliyle rüyamda da yatağımın altından üç tane iğrenç yaratığın çıkıp kapı eşiğinin altından kaçtığını gördüm. tam olarak anlamını bilmesem de, bana verdiği ve bütün gün üzerimden atamadığım can sıkkınlığı hissi ve annemin olumsuz tüm şeylere yorması yetti bana tüm gün.

diyeceğim o ki, herkesin günü zor, hayatı zor, bazılarınınki daha zor belki ama, insan ne olursa olsun iyi niyetli, temiz kalpli duruşunu korumalı hayatta. olumlu olmalı, olabildiği kadar. eğer birinin sevincine ortak olmak istiyorsa da layığıyla yapmalı onu. baktı ki kıskandı, ki o da olabilir neden olmasın, susmalı oturmalı bir kenara. nefret, lanet, hayret olmamalı lugatta.

hayatı, kendisini nispeten daha güzel yaşayanlar için dar etmeye gerek yok.

3 Haziran 2010 Perşembe

son dede

üç dakika önce, çok sevdiğim bir arkadaşımın dedesini kaybettiğini öğrendim.

ben, kendi dedelerimi hiç görmedim. babaannem desen, çok uzaktaydı hep. o yüzden bir anneannem vardı hayatımda yaşamışlardan. bütün sevgimi ona verdim haliyle.

ama bu arkadaşımın dedesi, bana göre tanınması gereken bir insandı.. dedem gibi sevdiğim, onun yerine koyduğum. ta ortaokuldayken bir endonezya sunusu yapmamız gerektiğinde, endonezya'ya gittiği için onunla sunu yapmaya karar vermiştik. bizim hafife aldığımız sunu için o saatlerce çalışmış, video çekeceğimiz salonun arka planı olması için dünya haritası asmış, konuşacaklarını önceden hazırlamıştı. hayatımın en unutamadığım anılarından biri oldu o. her şeyi unutuyorum çünkü; ama onu hayatım boyunca unutmayacağım..

geçen haftaya kadar msn messenger'da torunuyla chat yapan, iletilerini değiştiren, çok marjinal, çok neşe dolu bir dedeydi o. hem tontondu, hem değişikti.

ben, kaybettiklerinin yerine yenisini koyanlardanım. denerim en azından. yoksa mutlu olamam, eksik kalırım diye korkarım. nitekim, anneannemin vefatından sonra da kendime yeni bir anneanne edindim. Allah uzun ömür versin.

o da benim dedemdi işte. şimdi, onun ölüm haberini, arkadaşım bana yine msn üzerinden verdi. çok sevdiğimi bildiği için, günlerdir söylemek istemiş söyleyememiş. Mekanı cennet olsun, lütfen olsun.

son dedem de gitti böylece. ondan kilometrelerce ötede, gözyaşlarıyla uğurluyorum onu. bundan böyle, son dedenin üzerine dede koymam. kalanlar, uzun ömürlü olsun.

tüm sevdiklerinizi çok sevin.

Yıllardan gün aldıkça, gitgide büyüdükçe/yaşlandıkça, hayatımızdaki o renkli karakterler de bir bir sonsuzluğa adım atıyor. alabildiğimizi almak, verebildiğimizi vermek lazım...

13 Mayıs 2010 Perşembe

let's talk about facts, baby!

herkese merhaba! :)

son zamanlarda, etrafım ilginç bilgilerle doldu. kimilerini durduramadım, bir kulağımdan girip, içeride biraz oyalanıp hop diğerinden çıkıverdi. ama üzülüyorum öyle olunca. işte kısa kısa gözlemler/ bilgiler/ doyçland fact'leri....

*ilk bilgi inşaattaki bölüm dersimden: Almanya'daki bir coca cola tenekesinin, düzgün bir şekilde ortadan yüklendiğinde 60-80 kilo yük taşıdığını biliyor muydunuz? sıkı durun, tam biz buna şaşırırken, Alman öğretmenim daha da ilginç bir şeyle geldi. Türk, evet Türk, kola tenekeleri ise kullanılan malzeme farklı olduğundan 160-180 kiloya kadar yük taşıyabiliyormuş. büyük ihtimalle teknolojinin el verdiği kalınlık, almanlarınkine göre bir hayli fazla olduğu için böyle olmuştur. ama hoca, derste, bir alman ve türk kola tenekesiyle yaptığı deneyi bize aktardı, evet. ve çarpıcı bir saptama yaptı; bu durumda on tane Türk cola tenekesini bir araya koysak, üzerine de bir levha koysak bir arabayı taşıyabilir... ne diyim, Türk'ün gücü..

*doyçland'dan bildiriyorum: buradakiler kafayı fena halde klima ile bozmuş durumda. aslında çok güzel bir şey de.. aynı anda aldığım teknik almanca ve teknik ingilizce dil kurslarının her birinde, her metinde karşıma sürekli "klimaschutz" (yani iklimin korunması vs.) ile ilgili metinler gelince biraz kabak tadı vermeye başladı. ne diyim, önce Yunanistan'ı, sonra da dünyayı Almanlar kurtarıcak...

*çok alakasız olacak ama.. 9 Haziran'a Roma'ya bilet aldık Sena'yla. içim içime sığmıyor; çok güzel bir tatil olacak gibime geliyor. easyjet'ten 130 euro'ya almaya tav olduğumuz bileti, son anda ryanair'den birtakım alavere dalaverlerle 90 euro'ya çıkartınca, cin gibi attığım fikir sonrası yeni bir konseptimiz de var. arada kurtardığımız para farkıyla (40 euro'nun hepsini harcamak zorunda değiliz tabi de :) ) kendimize tiril tiril askılı, böyle upuzuun birer elbise alacağız, Roma sokaklarında, ayağımızda sandaletlerle o elbiseyle dolaşacağız. italyan erkeklerine gerdan kıracağız. ne diyim, aşıklar çeşmesi bizi bekler..

*bugün duyduğum, çook ilginç bir doyçland fact bu. günümüzün sorunlarından birine, yine doyçların getirdiği süper çözüm. soru: bir ailede, kim kariyer yapacak, kim çocuğa bakacak? Türkiye'deki default cevabı söylemek çok klişe kaçacağından o aşamayı atlıyorum. doyçların çözümüne geliyorum direk. Almanlar, bu soruna da şöyle bir sistematik getirmiş: çocuk doğunca, kadın/erkek farketmez, hangisi işte daha az para kazanıyorsa, çocuğa bakmaktan o sorumlu oluyormuş. yani kadın, eve daha fazla para getiriyorsa, o çalışıyormuş. daha da ilginci, bir süre sonra evde kalmaktan sıkılan taraf, temyize gitmek isterse ortaya çıkıyor. bu tarafın tutturması gereken bir kriter var: mevcut halde çalışan taraftan daha fazla para kazandıran bir işe girmek zorunda. yani üst sınırı geçmeden, çocuk büyüyene kadar evde kalmaya mecbur! ne diyim, almanlar miki mikiye de sistem getirmişse şaşmamalı...

uh, oh.. gitmem lazım. arkadaşlarım, yakınımdaki, boylu boyuna cafe dolu Oranienburger Strasse'deki meksika lokantasına gelmişler. şimdilik, bu günlük bu kadar.

ama bitti mi? bitmedi. stay tuned! :)

30 Nisan 2010 Cuma

ömür törpüsü


hayat,aslına bakarsanız az çok bize verilenle ilgili bir şey bence. annemizden, babamızdan gördüklerimizi, sadece günün koşullarına, bazı bazı bencil isteklerimize ve az biraz karakterimize göre yoğurup afiyetle yaşıyoruz.


ben her ne kadar "hayır, ne alakası var canım! annem, babamın hayatıyla benimkisi ne kadar farklı görmüyor musunuz" diyecek olsam da, bal gibi de annemin kızıyım. bunu, en minik detaylarda anlayabiliyorum. işte size samimi bir anektod..


geçen gün, buradaki çok yakın bir erkek arkadaşımla bir cafede oturmuş, güneşin tadını çıkarıyorduk. muhabbet süper, önümde "Frühstück Istanbul" (Istanbul Kahvaltısı) tabağı, içinde sucuk, mis gibi beyaz peynir, vs.. Görseniz, siz de kendinizi sahiden Istanbul'da sanardınız. önümüzde de portakal suyu ve Campari'yle karıştırılmış sparkling wine. güneş gözümüze giriyor. süper anlayacağınız.


bir muhabbet açıldı, bir kızdan bahsediyordu Alper. kendisi bana bol bol mahrem hikayelerini anlatır, ben de hayret dolu bakışlarla gülerim, kızarım, şekilden şekile girer sonunda da kendime o hikayelerden bir ders payı biçerim. böyle böyle konuşurken, alper öyle bir şey dedi ki zınk diye kaldım yerimde.

"ya bırak Allahaşkına, o kız Allah bilir tırnaklarını da çıtçıtlı makasla kesiyordur" !!!


o bir anlık suratımdaki bulantıyı, gözlerimde gelip giden tedirginlik dalgasını saklayan kocaman gözlüğüme minnettarım.


evet, itiraf ediyorum. hiç ojesiz gezmem, ayıptır söylemesi her türlü bakımlıyımdır ama..


tırnaklarımı çıtçıtlı makasla kesiyorum! :)


"ehe.. ehe.." diye seyreden, tedirgin ve kısa gülmelerle geçiştirdim konuyu. ama alper anlattıkça anlattı. bence bal gibi anladı benim de "o"nlardan biri olduğumu. aslında, anlamamış da olabilir; çünkü kendisi beni çok bakımlı ve şık bir bayan olarak görüyor. bozmaya gerek yok diye düşünüyorum. sonrasında, haftalardır ilk defa hava alsın diye ojesiz bıraktığım tırnaklarımın görünüşüne lanet ettim, sakladım ellerimi.. komik oluyoruz hepimiz bazen.


yaa, işte ben de biraz hava alsın diye sürmedim oje, dedim.


biliyorum canım, arada bir havalandırmak lazım, dedi. şaşırdım.


ya ellerini öyle kesiyorsa ayaklarını kesin çıtçıtlı makasla kesiyordu o kız!, dedi


yok artık, onu neyle kesicekti! neyle keseceğiz!, demedim ben. düşündüm sadece.


büyük ihtimalle, demekle yetindim.


sonra şöyle bir durdum düşündüm.. bir farkettim ki, etrafımdaki herkes tırnaklarını törpülüyor, ablam, bütün dostlarım, ve en sıklıkta da annem, birbirine kavuşturdukları dizlerinin üzerine örttükleri beyaz "kozmetik havlu"larıyla o sinir bozucu sesi çıkarırken, bendeniz hep o "odadan kaçan kız" olmuşumdur.


iyi de, annem bile yapıyor. hatta çok da sık yapıyor. herkes yapıyor. ben niye yapmamışım ki? hayır, olay sadece sürünün bir parçası olmak da değil. gerçekten güzel görünüyor yapılınca.


sonra sebebini buldum. yani suç muç değil, sadece sebep: annem gibi bakım konusunda ilkokul beşten itibaren bana bakıma dair her türlü konuda rehberlik eden, yeri gelince bir Hitler kesilen canım anneciğim, törpüleme konusunu unutmuş olsa gerek.


kızdım kendime.. tırnaklarımı çıtçıtlı makasla kestiğimden falan değil.. çok da severim çıtçıtlı makası, çok pratik. ama, annemin bana gösterdiklerinin üzerine bunca yıldır gözümün önünde olan bir hususu kendi kendime lugatıma ekleyememekten hüzün duydum.


kimbilir daha neleri kaçırıyorum dedim. en iddialı olduğum konulardan birinde bile, bir erkeğin ağzına malzeme olabilecek bir falsoyu bizzat yapıyordum.


işte böyle dostlar. erkekler okumasa da olur bu yazıyı. kızlara özel oldu biraz. ama tırnak sadece bir metafor da olabilir, sonuçta varmak istediğim nokta; eğer siz de benim gibi annenizi, babanızı hayranlık derecesinde seviyor, onları hayatınızda bir rol model olarak görüyorsanız, siz de benim gibi dikkat etmelisiniz. bazen, onların hayatına çok paralel kaldığımı, arada bir zigzaglar çizmem gerektiğini hissediyorum. o anlardan birinde yaptığım başvuru sayesinde de buradayım zaten.


Alper ve ben. Alper,resmi görünce Alaattin'in cini gibi çıkmışım dedi. hak verdim.



bu da Frühstück Istanbul'umuz. Cafe de gayet Alman üstelik!



bir de... uzun bir aradan sonra, tekrar merhaba.



törpülü tırnaklarımdan ve bordo ojelerimden de selamlar! =)

16 Nisan 2010 Cuma

take me home...



evdeyim. babamla konuştum az önce. tam iki hafta olmuş konuşmayalı. o 14 günün özlemi bumerang oldu, beni buldu.

en değerlimin, babamın, bir kere seni çok seviyorum demesi yeter bana. gözlerime, yaşlarına.

kapatınca telefonu, oturdum yatağımda, kamburum sırtımda. öylece ağladım usul usul. hala duramıyorum. clocks'ı repeat'e aldım, öööylece oturuyorum sadece. boşalıyor yaşlar. içim boşalıyor gibi.


üstüne bir de dodo'mun yazısını okudum, katmerlendi mi tüm hisler?


programlar iptal edilsin, tatlıcığım ekilsin. yengeç, kabuğuna çekilsin.


bu geceyi, sadece evi özlemeye adıyorum.

clocks'ın sert ritmleriyle su yolunu bulsun diyorum. aksın, gitsin ne varsa içimde..

14 Nisan 2010 Çarşamba

it's cool to be schwul

akademik açıdan sıfır yol alıyorum bu günlerde. nasıl oluyorsa, her gün günümü dolduracak işler bulabiliyorum kendime. bir gün buraların mıhtarlığına kaydolmam gerekiyor, öbür gün erasmus ofisine gitmem, öbür gün ders, kurs vs.

akşamları yeni adetim facebook chat'e girmek, bütün geceyi öldürmek ama çok gülmek çok mutlu olmak.. bu adetim, dün birbirimize verdiğimiz sözden ötürü artık son buluyor inşallah. artık o saatleri internette değil yanyana harcamak lazım.

insanın sevdiği şeyleri yapması ne kadar önemli. mesleğimi, dalımı o kadar sevmeme rağmen tezimde konumla ilgili bir şey yapmadığım anda dikkatim öyle bir dağıldı ki kısır bir döngünün içinde buldum kendimi. ilgim olmayan konu bir eşik gibi, ve ben onu görmezden gelip erteledikçe asla tezimin asıl istediğim kısmına gelemeyeceğim biliyorum. ona rağmen içimden aptal bir bilgisayar programını açıp bütün gün modelleme dilini öğrenmek gelmiyor işte. .

son günlerde, oradan oraya boş beleş, avare avare dolaşırken çok gezdim ve çok gördüm. bir sürü gözlem yaptım. yavaş yavaş hepsinden bahsedeceğim.

Berlin'de ne kadar alman ve alman kültürü var o da tartışılır bir durum ama en azından bir Berlin kültürü olduğu kesin!

mesela homo"hobik"liği... bu şehre gelecek/gelmek isteyen/gelmeyi düşleyen herhangi bir kıza verebileceğim tek bir tavsiye var: hayatının aşkını bulma ümidini buraya bırakma! ben, geçirdiğim dört ayın sonunda beynimdeki "avrupa'lı erkekler" klasörüne girdim, settings'e tıkladım, default setting'i "straight"ten "gay"e çevirdim, apply dedim ve kaydettim. artık önüme gelen herkes gay benim için; eğer aksi bir durum varsa baya bir ispatlamalı.

gay olmanın cool olduğu, insanların birbirlerine "adamım!" yerine "hey, ma' gay!" dediği bir şehirde, saçlarını sala sala yürüyüp ayakkabının yüksek topuklarıyla kaldırımı tıklattığında, dünyanın herhangi bir şehrinden çok daha az ilgi görüyorsun. ilk önce alınıyor, bozuluyorsun. nasıl yaa, herkes çipil, ben melez tenliyim, niye bakmıyorlar yaa?! diye kalıveriyorsun. sonra önünde, arkanda, sağında ve solunda yürüyen tüm 23 beden (kız bedeni) skinny ötesi kotla sarılı minik popolarını oradan oraya sallayan erkekleri görüp boşvermeyi öğreniyorsun. bu, ilk aşama.

bir süre sonra, yolda elele dolaşan erkekler görüyorsun, kulüplerde öpüşenler oluyor, şehrin gençlik dergisinin arkasında kulüpler ve partiler listesinde gay clubs başlığı altında uzanan uzun listeyi görüyorsun, boşveriyorsun. bu da ikinci aşama.

son aşamada, akşam çılgın bir partide yakışıklı mı yakışıklı bir çocukla takılıyorsun. ertesi gün, çocuğun gay olduğu dedikodularını duyuyorsun. suç mu duymalısın, tiksinti mi bilemiyorsun. "en azından biseksüel olsun yahu!" diyorsun, bu da son aşama. bir bakmışsın, pratikte artık sen de bir homo"hobik"sin ;)

iş burada da bitmiyor bazen. bir bakıyorsun, birileri seni de gay ilan etmiş. bana oldu bu. hatta her kız kıza takılan kıza oluyor galiba. buradaki en yakın arkadaşım sena'yla siyam ikizleri gibi ortamlarda hep beraber gezdiğimiz için -aramızda (buradaki tüm jenerik insanların yaptığı gibi)hiçbir dokunmalı/öpmeli şaka yapmamamıza rağmen- bizi couple sanmaları üzerine, üzgünüm sevgili okuyucu ama, "oooooha" yı bastık. bütün bir gece, ne kadar straight olduğumuzu ispatlamak için varımızı yokumuzu seferber ettik. homohobik olsak bile onlardan biri değiliz dedik durduk ama gecenin sonunda erkek arkadaşlarımızın yüzünde hala o ikna olmamış ifade vardı. hiç de olmayacaklar galiba.

homoseksüellere dair anlatılacak çoook şey var bu şehirde. çok ilginç şeyler duyuyor, öğreniyorum.

aslına bakarsanız, bu şehire dair anlatılacak çok şey var bu şehirde. beş ayda anlatılabilecek kadarını anlatmayı deneyeceğim.

o zamana kadar dinlemede kalın, bis zum naechsten Mal!*





* gelecek sefere kadar hoşçakalın!
** şu an bende olmayan bir fotoğraf var, ben ve bir grup erkek arkadaşımın fotoğrafı. benim dışımda herkesin hafif/ağır gay olduğu bir fotoğraf. ileriki günlerde editleyip koyacağım. tchüss!