27 Şubat 2011 Pazar

damacana

Gerek var mıydı şimdi aşka?

Böyle soru mu olurdu. Elbette ihtiyaç vardı aşka. Olmayanı takdirle karışık garipsememek lazımdı, çünkü büyük ihtimalle yalan söylüyordu. Be salak, insandık biz. Hepimiz biraz sevilmek, çokça sikilmeyi severdik uzun yıllardan beri. Sen miydin ki bizim genimizi düzeltecek olan? Bir gönülle doğmuştuk bir de deyimle, ota da boka da konan. Sen gönlünü seçme hakkına sahip mi olduğunu sandıydın? Bir kere senin o şapşal gönlünü annenle baban yapmıştı orasıyla burasıyla, seçemediğin anne babanın yaptığı bir şey üzerinde nasıl seçme hakkı iddia edebilirdin, öyle değil mi?

Ama sinirlendirmek konuyu saptırır. O yüzden biz konumuza bakalım.. ama evet ihtiyaç vardır aşka ya. Aşkı damacana suya benzetiyorum birkaç gündür. Belki de mutfağımın ortasında durduğu için gelip geçerken algıma en çok yerleşen nesne olduğu içindir, orasını ben değil Sigmund bilir. Severim kendisini, bir avuç okuyanım bilir. Bir kitabını bile okumadım henüz ama evet severim. Gelgelelim damacana konusuna… Damacana sudaki gibi aşk, en azından benim kendisine bağlı ruh hallerim.. Dışarıdan görünen o toz mavi görüntüsü, bebek erkek mavisi... Pompaladığın bir müddeti de aşka yaptığın yatırım diye addedelim hadi. Sonra içinden ne çıkar? Renksiz bir sıvı. Neye yorarsanız o… renksiz, şeffaf başlıyor her şey. En azından başlaması gereken hal o. Eğer başlamıyorsa, su tedarikçinizle iletişime geçin. Benim bahsettiğim haller, şeffaf başladığı haller, benim hep şeffaf başlayan hallerim.. Şeffaf gelir su elimize. Sonra, onu kaynatabiliriz mesela, fokur fokur olur. Makarna pişer içinde, mantı pişer bugün yaptığım gibi, ya da kaynar durur. Karın doyurur, mutlu da eder ama kısa sürelidir sanki. O kaynattığınız su bir soğudu mu kimseye faydası kalmaz artık. Aynı suyu sıfırdan soğutadabiliriz mesela. Buz gibi dolapta.. gel gör ki ben soğuk suyu da sevmem. Ben, en çok sürahideki suyun halini severim. Oda sıcaklığında tutarım hep.

Ama oda sıcaklığında sürahide duran su, durduğu yerde durmaz ki hiç. Ya kaynatılır, ya soğutulur.

Sonra bir gün bir bakarsın, pompa boşa üfürür. Su bitmiştir. Ancak bir iki damla aksırır, o da size bir nebze „oh neyse ki iki gıdım daha var“ dedirtmek adına. Aşk, damacanadaki su gibi arkadaşlar, inanın bana. Ve bitiyor. Başlıyor, ve bitiyor. Keşke bitmese. Sonsuza kadar bizi besleyecek pınarlar bulsak (kendi adıma da amma atıfta bulundum ha, çaktırma.) ve bir ömür boyu aynı damacana giderse susuzluğumuzu, tam istediğim gibi. Bir damacanayı alırken, ikincisini de alayım yedekleyeyim de biri bittiğinde diğerini yerine koyarım, diye düşünmeden hareket edebilsek. Sevebilsek ikinci kere. Ama olmuyor ki işte…

Sevdirmek, bir meziyet. Sevmek ise sanki bu yaşlarda ondan bile zor dostlar. Sütten ağzımız yanmış, suyu üfleyerek içiyoruz. Nereye kadar? Pompa, bastığımız havayla hırlayıp iki gıdım su tıksırarak bize uyarı verene kadar. Sonra geç hemen yedek şişeye.

Ben, damacanayı yedeklemek istemiyorum arkadaşlar. Bence çoğumuz istemiyoruz. Bu yüzden de tek damacana kullanıyorum. Bugünlerde yeni bir suya başladım, bilen biliyor. Uzak dağlardan geliyormuş suyu, İstanbul'dan.


Bekleyip göreceğiz neler olacak. Şifa mı getirecek, bela mı. İyi düşünelim, iyi olsun. Geleneksel iyi dileğimi dileyip susuyorum.

Yedeksiz damacanalara...



14 Ocak 2011 Cuma

narsistein

bu aralar iç dünyama taktım. asosyalliğin başlangıç semptomları mı deriz artık yoksa olgunluk yolunda bir iç yolculuk deyip sevimlileştirir miyiz bu asosyalliğin başlangıcını (ki farketmişsinizdir, bana göre her türlü asosyallik demek bu düpedüz) bilemem.

arabada yolculuk ederken -ki bu ofiste geçirdiğim vakit dışındaki tüm vaktim demek neredeyse- konuştuğum tek insan kendimim. bir umut sarıkaya gibi gözlemliyorum bünyemi. derinlemesine eşeleyip mizah yapacak bir şeyler arıyorum daha çok. tipik olan, klişe olan ve bu yüzden komik olan. zaten gözlemleyecek başka bir insan yok, yani yaptığım sanatsal bir şey de değil aslında. sadece ben varım oyalanacak, e ben de kendi kendime oyalanıyorum.

çok karmaşık duygular yaşadığımı gördükçe arada bir hayranlık duyuyorum kendime. evet bu da asosyallik sonrası narsizm olabilir. her şey olabilir. ben 23 sene ağzına çay koymayıp 24. senesinde kupa kupa çay içen bir insanım. dinamik bir yapım var yani. narsist olduğum tek konu da bu olayın ta kendisidir. herkesle çelişemeyen ben, kendimle pek tabi çelişiyorum. ve bu durum da acaip hoşuma gidiyor.

kaotik bir düzen benimki. bütününde kararlı davranışlar, ama sistem içerisinde bir düzensizlik. kaos dediğin şey de zaten kendi içerisinde öngörülemeyen birtakım düzenli değişkenlere bağlı düzenli sistem demekmiş zaten. (kaynak: ntvblm'in bu sayısı)

birini çok sevmek, sonra bir anda vazgeçmekten tutun da, bir sokağa hiç sapmak istemeyip kendimi bir anda o sokakta bulmaya kadar giden bir iç tutarsızlık yaşanıyor. söz konusu insan dinamikleri olunca isviçreli bilim adamlarının bile destur ettiğini düşünürsek, belki de bir yerde bırakmak lazım irdelemeleri. hem, kendini çözeceksin de n'olacak dediğinizi duyar gibiyim.

ne biliyim.

işte bu yazı kadar tutarsız hissettiklerim. hiçbir insana bağlı olmamak, hiçbir düşünceye bağlı kalmamak demek benim açımdan. şimdilerde bu özgürlüğün sersemliğini yaşıyorum. bir oraya, bir buraya. bir sever gibi yapıp yengeç gibi çekilmek gibi. ya da gitmek istediğim diyarları, özellikle benden başka kimsenin gitmek istemeyeceği yerler olarak seçmek gibi. yalnızlığı sevince, kendisini ona daha da bağlayası geliyor insanın. bir de sevdikçe sevesi geliyor insanın diye bir laf, ki o benim değil. yıldız tilbe'nin.

karmaşık denklemleri isviçreli bilim adamlarına bırakacak olursak.. geriye ne kalır bulamadım. ben kendi çapımda bilime yardımcı olmaya adayım. pınar güngör bünyesinde yatan ne varsa uğur dündar'ın çocukluğumda bilinçaltıma attığı tüm araştırmacı yeteneklerini yengeç gücümle harmanlayıp su yüzüne çıkaracağım. yalnız uğur'cum, ben bu tükkana mühür vuramam; zira kendisi bana lazım. onda başta anlaşalım. ama yamuk gördüğüm yerde de uyarıyorum bünyeyi, için rahat olsun.

o değil de, bildiğin asosyallik belirtisi bu. acil toparlanmak mı lazım?

çay getirin bana. içeceğim bu akşam.

4 Ocak 2011 Salı

xs

geçen sene, 2010'un ilk günlerinde, hayatımın çok güzel gittiği konusunda artistlenmiştim. "hayat böyle gitsin, benim sırtım yere gelmez" diyerek, yıl boyu gidecek "ben zaten hayattan alacağımı aldım abi" cahilce duruşumun sinyallerini daha ilk günlerden sızdırmaya başlamıştım.

nitekim, o hayat denen mahlukat bu cahilce isteğimi fazla avam bulmuş olacak ki, kendini bir yılda angelina jolie'den banu alkan'a çevirmeye başardı. bu ne demek; gösteriş demek, 90*60*90 (!) demek, şahin görünümlü doğan demek.. evet, böyle bir seneydi işte. ha bir de panter demek tabi ki.

kısacası, 2010'da ne olmuştu? kitabının indeksinden pini ile ilintili sayfalarını bulacak olursak:

*yıkıcı bir ayrılık
*drama queen'likten payıma düşen yalın drama
*latin bir efsane sevgili
*candan öte bir kardeş daha
*bütün dostlar
*aile
*onları daha da bir çok sevmek
*zerrrhoş olmak, asi olmak
*berlin, berlin, berlin
*ispanyol bir sevgili
*ispanya, ispanya, ispanya
*aileyi ve dostları özlemek
*berlin, izmir, berlin.. ve İZMİR.
*en sonunda.. yeni bir ev, yeni bir hayat.

son satırda,
*izmir, istanbul, izmir, istanbul.

bak hayatçım, seninle açık konuşacağım. bu sefer öyle ukalalıklarım yok, hatta hayatımda ammman değişmesin diyeceğim çok bir şey de yok. aile, dostlar ve istanbul, bu üçünü bana bırak, geri kalan küçülenlerimden beğendiklerini kendine alabilirsin.

çünkü bu sene bana biraz dar geldi. belki sen biraz çektin, belki ben biraz şişmanladım şu günlerde. her neyse ne, giydiğimde üstümde beğenmiştim de, şimdi yeni şeyler peşindeyim.

o yüzdendir ki.. birkaç ana husus bana kalsın, gerisini de al götür.

illa ki bir ihtiyacı olan bulunur.

13 Aralık 2010 Pazartesi

edison






yine bir gün bitmişti. ben, yine sabah erkenden kalkıp işe gitmiştim, dönüşte yine ev bakmıştım, eve gelmiş soğuyan balığımı yemiştim. kitabımı okumuş, notlarımı almıştım. ikea kataloğunda ezberimden kaçan bir puf fiyatı var mı, diye karıştırmıştım sayfaları. kaç para eder ki bu takım, diye yine bir bakkal hesabı. ben de ikea'nın her şeyi olabilecek bir ev istemiştim. istiyordum. günün bitmesine yakın yine ağlamıştım. son günlerde pek sık gelen bir ataktı; büyütecek bir şey yoktu. aylardır Truva atı operasyonuyla geldiklerini biliyordum çeşitli enzim bezlerime. zira, gözümde mevsim normallerinin üzerinde seyreden bu kuraklığın başka bir açıklaması yoktu.

mutluluk yağmurları altında şemsiyesiz kalmamız, hepimizin ortak ve ulusal bir değeri olmuştu 10 küsürlü yaşlarda. öte yandan, ben zaten şemsiye kullanmayı hiç sevmem. hele mutluluk gördüm müydü, hemencik kapatırım 5 liralık şemsiyeyi.

yanımda taşımadığım şemsiyeler sağolsun, mutluluğun mason yağmurlarında donuma kadar ıslandığım görülmüştür pek çok kez. -dı, -di'li eklere dikkat.. bu aralar değil mesajı veriyor bu ekler, türkçe'mizi güzel yorumlayalım..
diyeceğim o ki azizim, bu aralar iklimler de kendini şaşırdı. mutluluktan sağanak muammaya doğru keskin geçişler var, yarın yer yer güneşli bir hava, hepimizin ortak değeri. sepet sepet yumurta, sakın beni unutma gibi bir nevi. bugün hafif şüphe atıştırdı mesela, arabadaydım, tam gaz karşı-yaka'ya doğru gidiyordum. gaza bastım. sonra, biraz daha şiddetlendi. annemlerin karşı-yaka'sına ulaşırken artık iyiden iyiye hazla karışık araf bastırmıştı, silecekleri iyice hızlandırmak zorunda kaldım. öndeki arabanın dur, nereye, ne bu hız, diyen stopları gözümü aldı. son dakikada durabildim.

5 şeritli yolun 3 şeride düştüğü bir yere girdim. geniş yolda ortadaydım. şeridimdeydim; hatta fazlasıyla simetriktim iki yana. sıkıcıydı yani biraz. dar yola girdiğimde hala ortadaydım, ama bu sefer şeritsizdim. sağda, en güvenli şeritte 50 km. hızla gidenler vardı. onların hala şeridi vardı. bubalara vurmaktan son dakikada kurtulan son dakika kaynakçıları solumdalardı. 5 şeritli yolda 120 km. ile gitmişlerdi. son dakika da usta bir manevrayla kendilerini sağ sinyallerinin babacanlığına bırakıp mahçup mahçup kaynak yapmışlardı. onların da şeridi vardı.

gördün mü, dedim kendime, işte hep bu zaten sorun. orta şeritte gelecek yok, gel biz seni bir tarafa alalım. çok kitap okuyorum, diye düşündüm sonra. sol şeride geçtim. güzel akıyordu.. iyi yapmışım.

doğayla çeliştiğim bir nokta olabilir. benim dünyamda ses, ışıktan önce geliyor. önce bıdı bıdı konuşmak, sonradan icraat diye de yorumlanabilir.. sanırım başımızdaki böyük hükümetten icraat adına alınacak derslerim var..

7 Kasım 2010 Pazar

zu mir oder zu dir?

kafam çok karışık.. önümde bir satranç tahtası var ve ilk defa piyonları oynama yetkisi %100 bende. hayatımda hiç kendi seçimlerim ve kendi hayatım üzerine bu kadar söz sahibi olmamıştım. o satranç tahtasında sadece atlara L yaptırabilmiştim. ya da piyonları basitçe birer birer ileriye götürebilmiştim... şah ile vezir, yani anne ile baba bana göre, kendi yollarını bulmuş, karşıdaki tehlikeleri, yanlış seçimleri alt etmek için gizli gizli oradan oraya süzülüp bana gerekli asisti yapmışlardı hep. kale ise sabit, her zaman sabit...

bu sefer tahtaya yukarıdan daha bir farklı bakıyorum. büyüdük ve bazen farketmesek de, piyonlar artık gerçekten de sadece bizim kontrolümüzde. eğer değilse, durum o zaman gerçekten vahim.

çünkü artık yaşımız gereğiyle statükonun hüküm süreceği, radikal değişimlerin sırtını sıvazlayıp "he canım he, dur bi bakalım, biraz daha dur da, aceleci davranma" deyip uyuşturacağı yaşlara giriyoruz. ben derim ki, o "quo" kalacak "statü"nüzü şimdi istediğiniz gibi oturttunuz oturttunuz, yoksa hepimiz 50'li yaşlarına gelip "ben nasıl bu noktaya geldim ya!" diyeceğimiz, yaşlı nüfusun belki de %80'inini oluşturan o silik yüzlerinden biri olarak kaybolmaya mahkumuz..

Berlin'den kalkan uçakta, ben ve yanımda Mimi (canım peluş köpeğim), kara kara tek bir şey düşünüyorduk- belirsiz geleceğimizi. Berlin'deki yüzde yüz özgür hayattan sonra İzmir, yeni bir iş ve hadi onu da geçtik, aile yanı! Düşüncesi bile korkunç geliyordu bir zamanlar İstanbul'dayken; şimdi, aradan 6 yıl geçtikten sonra, alışkanlıklar değişmiş, olgunluklar karakterime kök salmışken, birbirimizin iklimlerini tanımamız ve onlara göz yummamız, katlanmamız ve sonunda uyumlu yaşamamız mümkün müydü?

Şah ve vezirle birtakım konuşmalar yaptım sonra. Önce vezirle tabi ki, çünkü yakın adamımdır kendisi. Beni şaşırttı; yüzde yüz yetki verdi istediğimi yapmam konusunda, ve sonra da benim oyunumdaki kendi hareket yetkisini bana teslim etti. Bunun somut meali de şu: kendi evime taşınabilir, onlardan ayrı bir ev ve sosyal hayat başlatabilirdim aynı şehir içinde. Şah için durum biraz daha karışıktı; otorite meselesi de yaptı durumu, alınganlık da. o daha bir çok sever tahtını, kurumunu, benim hayatımdaki tahtı olsa bile.. neyse, sonunda vezir onu nasıl ikna ettiyse o da istemez istemez verdi iplerini elime; bu, şahımızın, vezirin kendi hayatının satrancında yetkilerini arttırması anlamına da gelebilirdi ama vezir sıkı adamdır, ses çıkarmadı.

böylece, şah ve vezir, eşyalarını toplayıp boşalttıkları kaleyle beni başbaşa bıraktılar. şimdiki oyunda en büyük soru bu: kalemi nereye taşımalıyım?

bütün bunlar kafamı haftalardır kurcalarken dün tatsız bir olay oldu. tatsız da denmez, üzücü bir haber diyeyim. çok yakın bir arkadaşımın babası vefat etti. babamın tanıdığı, değerli bir inşaat mühendisi. arkadaşım, İngiltere'de master yapıyor. o da benim gibi, babasının yolunda bir inşaatçı. tüm güçlü babalarının çocukları gibi o da, babasının fikirlerinden fazlasıyla etkilenen, ona değer verenlerden...

böyle uzakta olmanın bir dezavantajı var- her şeyden haberin olmayabilir. arkadaşımın da babasının vefat ettiğinden haberi olup olmadığından emin değildim. oturdum, kalktım, başkalarını arayıp konuşmak istedim, açan olmadı. içimde birikti hüznüm, oturdum hüngür hüngür ağladım. geçirdiğim "özel günler" dolayısıyla gürül gürül olan hormonlarım da bana yardımcı oldu. sonra ağlamak yetmedi, çıktım koşu bandına, koştum, rahatladım.

sonra akşam şah'ımla kavga ettim, saçma bir sebepten dolayı. "git başka eve taşın, isabet olur, ben bu evde böyle bir muamele istemiyorum" lafından, kendisinin de pes ettiğini anladım. kalemi oynatma zamanı geldi. kulağa çift anlamlı geliyor di mi :) (bkz."kalem oynatmadım abi sınavda")

neyse, kafam neye karışığa dönecek olursak, özgürlüğüme mi daha çok düşkünüm, aileme mi, diye düşündüm şah'la kavgamdan sonra bir hışım evden çıkıp arabama atlarken. özgürlüğümü çok seviyorum, evet, ama aile... onlara bir şey olduğunda uzak olmak... elimin uzanamaması, gücümün yetmemesi... ama bunlar yüzünden kaleyi terketmemek mi doğru çözüm? küskün ama beraber bir yaşamı, özgür ama nispeten uzak bir seçime yeğlemeli miyim?

statükonun bizzat avuçlarına oturmuş, öylece sallanıyor muyum?
bilemedim işte... Gelin gibi atın üzerine binip ya kısmet diyesim var...

*edit: 7 Kasım'da yazılıp yayınlamayı unutmuşum. ama muammalar cayır cayır yerindeler. ev hakkındaki karara bugün varıyorum. bana şans dileyin.

4 Kasım 2010 Perşembe

180


çok şey yazasım geliyor, hepsini siliyorum. çok şey yaşıyorum, ama hepsi içimde. Berlin'deyken ağzımdan dökemeyince parmaklarımın ucundan dökülen hislerim, oradan oraya, bir ruh halinden diğerine doğru sallanırken aradaki köprüleri kopardılar sanki dış dünyayla.

çok büyük değişimler, ya çok büyük suskunlukları ya da dev fırtınaları getiriyor beraberinde. ben zaten her zaman susan tarafta kalmışım...

çok büyük değişimler varsa bile içimde, tek bir şeye güveniyorum. kendime dair en sevdiğim şey.

ben de değişebiliyorum.

23 Ekim 2010 Cumartesi

why so serious?

Almanlar soğuk falan değil. ben bunu anladım burada. (türkiye'deyim artık bu arada)

rol yapmıyorlar sadece bizim gibi, istediklerine "ich wollte", istemediklerine "ich will nicht" diyorlar olup bitiyor.

senin, benim ve geri kalan 70 milyon insanımızın yaptığı gibi, yolda en son on sene gördüğü bir tanıdığına "mutlaka görüşelim cnmmm [bu kısaltmadan da hiç mi hiç hazetmem]" deyip telefon numarası bile dahil hiçbir iletişim numarasını almadan gitmiyor mesela.

hadi sen Almanlık yaptın diyelim, o cnmmm karakteriyle buluşmak için kastığında da o gelmez ki zaten. işi vardır; bir şeyler bir şeyler.

herkes herkesi sevmek zorunda da değil mesela Almanya'da. çatır çatır söyler sevmediğini de suratına. aa, bizde öyle mi! ayıp evladım, hadi git oyna kardeşinle.

ben Türk milletini herkesten çok seviyorum; o, su götürmez bir gerçek. hatta Jose beni kafatasçı ilan edecekti neredeyse.

ama bildiğim bir şey var.. yap-ma-cı-ğız. birini sevmemeyi, güleryüz göstermemeyi sosyal tabu addetmişiz; daha da ıslah edemiyoruz o körelmiş duygusal dürüstlüğümüzü.

görüşülen birçok emlakçı, görülen birçok İzmir erkeğinin sonucunda bugünün sonucu da budur.

Almanlar'ı özledim.