
13 Aralık 2010 Pazartesi
edison

7 Kasım 2010 Pazar
zu mir oder zu dir?
4 Kasım 2010 Perşembe
180

çok şey yazasım geliyor, hepsini siliyorum. çok şey yaşıyorum, ama hepsi içimde. Berlin'deyken ağzımdan dökemeyince parmaklarımın ucundan dökülen hislerim, oradan oraya, bir ruh halinden diğerine doğru sallanırken aradaki köprüleri kopardılar sanki dış dünyayla.
23 Ekim 2010 Cumartesi
why so serious?
8 Ekim 2010 Cuma
gizli-saklı
5 Ekim 2010 Salı
hande sen nelere (kadir)sin!
23 Eylül 2010 Perşembe
iyi ki..
11 Eylül 2010 Cumartesi
bayram günlüğü
9 Eylül 2010 Perşembe
la pausa
8 Eylül 2010 Çarşamba
Madrilian me

31 Ağustos 2010 Salı
leave no man behind
26 Ağustos 2010 Perşembe
görece

22 Ağustos 2010 Pazar
tatil mode is a one-way ticket.
17 Ağustos 2010 Salı
Adelante
13 Ağustos 2010 Cuma
post-mahrem
10 Ağustos 2010 Salı
köpük

8 Ağustos 2010 Pazar
requiem for a dream
ben, sen, ben, efes
5 Ağustos 2010 Perşembe
yengeç-oğlak
3 Ağustos 2010 Salı
güneş.rüzgar.yaz.
arkadaşlar, üzülerek söylüyorum ki Çeşme, "Çeşme"likten çıkmış. non-İzmirli arkadaşlarım üzülmesin darılmasın ama, burada bir 34 ve 06 istilası sürüyor ki sormayın. Her taraf İstanbul kalbur üstü tabakasına göre modifiye edilmiş: lüks cafeler ve canlı caz müzik sunan restoranlar, lüks cipler, vs.
1 Ağustos 2010 Pazar
rakı balık

27 Temmuz 2010 Salı
talk.
FAQ
M1
25 Temmuz 2010 Pazar
alles. doof.
21 Temmuz 2010 Çarşamba
schicksal Prüfung
20 Haziran 2010 Pazar
e mi
ayrılık atını eğerledin inadına.
git, yeni ülkeler gör, büyülü diyarlarda gez.
ama benimle eşleştiğin topraklarını da unutma, hatırla e mi!
gittin ey sevgili şimdi yollardasın
ayın değirmisini başına yastık yapmış uyumaktasın
güzel uykular, renkli düşler seninle olsun
ama bir zamanlar dizlerimde yattığını da unutma, hatırla e mi..
bu da benim manifestom
3 Haziran 2010 Perşembe
son dede
13 Mayıs 2010 Perşembe
let's talk about facts, baby!
son zamanlarda, etrafım ilginç bilgilerle doldu. kimilerini durduramadım, bir kulağımdan girip, içeride biraz oyalanıp hop diğerinden çıkıverdi. ama üzülüyorum öyle olunca. işte kısa kısa gözlemler/ bilgiler/ doyçland fact'leri....
*ilk bilgi inşaattaki bölüm dersimden: Almanya'daki bir coca cola tenekesinin, düzgün bir şekilde ortadan yüklendiğinde 60-80 kilo yük taşıdığını biliyor muydunuz? sıkı durun, tam biz buna şaşırırken, Alman öğretmenim daha da ilginç bir şeyle geldi. Türk, evet Türk, kola tenekeleri ise kullanılan malzeme farklı olduğundan 160-180 kiloya kadar yük taşıyabiliyormuş. büyük ihtimalle teknolojinin el verdiği kalınlık, almanlarınkine göre bir hayli fazla olduğu için böyle olmuştur. ama hoca, derste, bir alman ve türk kola tenekesiyle yaptığı deneyi bize aktardı, evet. ve çarpıcı bir saptama yaptı; bu durumda on tane Türk cola tenekesini bir araya koysak, üzerine de bir levha koysak bir arabayı taşıyabilir... ne diyim, Türk'ün gücü..
*doyçland'dan bildiriyorum: buradakiler kafayı fena halde klima ile bozmuş durumda. aslında çok güzel bir şey de.. aynı anda aldığım teknik almanca ve teknik ingilizce dil kurslarının her birinde, her metinde karşıma sürekli "klimaschutz" (yani iklimin korunması vs.) ile ilgili metinler gelince biraz kabak tadı vermeye başladı. ne diyim, önce Yunanistan'ı, sonra da dünyayı Almanlar kurtarıcak...
*çok alakasız olacak ama.. 9 Haziran'a Roma'ya bilet aldık Sena'yla. içim içime sığmıyor; çok güzel bir tatil olacak gibime geliyor. easyjet'ten 130 euro'ya almaya tav olduğumuz bileti, son anda ryanair'den birtakım alavere dalaverlerle 90 euro'ya çıkartınca, cin gibi attığım fikir sonrası yeni bir konseptimiz de var. arada kurtardığımız para farkıyla (40 euro'nun hepsini harcamak zorunda değiliz tabi de :) ) kendimize tiril tiril askılı, böyle upuzuun birer elbise alacağız, Roma sokaklarında, ayağımızda sandaletlerle o elbiseyle dolaşacağız. italyan erkeklerine gerdan kıracağız. ne diyim, aşıklar çeşmesi bizi bekler..
*bugün duyduğum, çook ilginç bir doyçland fact bu. günümüzün sorunlarından birine, yine doyçların getirdiği süper çözüm. soru: bir ailede, kim kariyer yapacak, kim çocuğa bakacak? Türkiye'deki default cevabı söylemek çok klişe kaçacağından o aşamayı atlıyorum. doyçların çözümüne geliyorum direk. Almanlar, bu soruna da şöyle bir sistematik getirmiş: çocuk doğunca, kadın/erkek farketmez, hangisi işte daha az para kazanıyorsa, çocuğa bakmaktan o sorumlu oluyormuş. yani kadın, eve daha fazla para getiriyorsa, o çalışıyormuş. daha da ilginci, bir süre sonra evde kalmaktan sıkılan taraf, temyize gitmek isterse ortaya çıkıyor. bu tarafın tutturması gereken bir kriter var: mevcut halde çalışan taraftan daha fazla para kazandıran bir işe girmek zorunda. yani üst sınırı geçmeden, çocuk büyüyene kadar evde kalmaya mecbur! ne diyim, almanlar miki mikiye de sistem getirmişse şaşmamalı...
uh, oh.. gitmem lazım. arkadaşlarım, yakınımdaki, boylu boyuna cafe dolu Oranienburger Strasse'deki meksika lokantasına gelmişler. şimdilik, bu günlük bu kadar.
ama bitti mi? bitmedi. stay tuned! :)
30 Nisan 2010 Cuma
ömür törpüsü
ben her ne kadar "hayır, ne alakası var canım! annem, babamın hayatıyla benimkisi ne kadar farklı görmüyor musunuz" diyecek olsam da, bal gibi de annemin kızıyım. bunu, en minik detaylarda anlayabiliyorum. işte size samimi bir anektod..
geçen gün, buradaki çok yakın bir erkek arkadaşımla bir cafede oturmuş, güneşin tadını çıkarıyorduk. muhabbet süper, önümde "Frühstück Istanbul" (Istanbul Kahvaltısı) tabağı, içinde sucuk, mis gibi beyaz peynir, vs.. Görseniz, siz de kendinizi sahiden Istanbul'da sanardınız. önümüzde de portakal suyu ve Campari'yle karıştırılmış sparkling wine. güneş gözümüze giriyor. süper anlayacağınız.
bir muhabbet açıldı, bir kızdan bahsediyordu Alper. kendisi bana bol bol mahrem hikayelerini anlatır, ben de hayret dolu bakışlarla gülerim, kızarım, şekilden şekile girer sonunda da kendime o hikayelerden bir ders payı biçerim. böyle böyle konuşurken, alper öyle bir şey dedi ki zınk diye kaldım yerimde.
"ya bırak Allahaşkına, o kız Allah bilir tırnaklarını da çıtçıtlı makasla kesiyordur" !!!
o bir anlık suratımdaki bulantıyı, gözlerimde gelip giden tedirginlik dalgasını saklayan kocaman gözlüğüme minnettarım.
evet, itiraf ediyorum. hiç ojesiz gezmem, ayıptır söylemesi her türlü bakımlıyımdır ama..
tırnaklarımı çıtçıtlı makasla kesiyorum! :)
"ehe.. ehe.." diye seyreden, tedirgin ve kısa gülmelerle geçiştirdim konuyu. ama alper anlattıkça anlattı. bence bal gibi anladı benim de "o"nlardan biri olduğumu. aslında, anlamamış da olabilir; çünkü kendisi beni çok bakımlı ve şık bir bayan olarak görüyor. bozmaya gerek yok diye düşünüyorum. sonrasında, haftalardır ilk defa hava alsın diye ojesiz bıraktığım tırnaklarımın görünüşüne lanet ettim, sakladım ellerimi.. komik oluyoruz hepimiz bazen.
yaa, işte ben de biraz hava alsın diye sürmedim oje, dedim.
biliyorum canım, arada bir havalandırmak lazım, dedi. şaşırdım.
ya ellerini öyle kesiyorsa ayaklarını kesin çıtçıtlı makasla kesiyordu o kız!, dedi
yok artık, onu neyle kesicekti! neyle keseceğiz!, demedim ben. düşündüm sadece.
büyük ihtimalle, demekle yetindim.
sonra şöyle bir durdum düşündüm.. bir farkettim ki, etrafımdaki herkes tırnaklarını törpülüyor, ablam, bütün dostlarım, ve en sıklıkta da annem, birbirine kavuşturdukları dizlerinin üzerine örttükleri beyaz "kozmetik havlu"larıyla o sinir bozucu sesi çıkarırken, bendeniz hep o "odadan kaçan kız" olmuşumdur.
iyi de, annem bile yapıyor. hatta çok da sık yapıyor. herkes yapıyor. ben niye yapmamışım ki? hayır, olay sadece sürünün bir parçası olmak da değil. gerçekten güzel görünüyor yapılınca.
sonra sebebini buldum. yani suç muç değil, sadece sebep: annem gibi bakım konusunda ilkokul beşten itibaren bana bakıma dair her türlü konuda rehberlik eden, yeri gelince bir Hitler kesilen canım anneciğim, törpüleme konusunu unutmuş olsa gerek.
kızdım kendime.. tırnaklarımı çıtçıtlı makasla kestiğimden falan değil.. çok da severim çıtçıtlı makası, çok pratik. ama, annemin bana gösterdiklerinin üzerine bunca yıldır gözümün önünde olan bir hususu kendi kendime lugatıma ekleyememekten hüzün duydum.
kimbilir daha neleri kaçırıyorum dedim. en iddialı olduğum konulardan birinde bile, bir erkeğin ağzına malzeme olabilecek bir falsoyu bizzat yapıyordum.
işte böyle dostlar. erkekler okumasa da olur bu yazıyı. kızlara özel oldu biraz. ama tırnak sadece bir metafor da olabilir, sonuçta varmak istediğim nokta; eğer siz de benim gibi annenizi, babanızı hayranlık derecesinde seviyor, onları hayatınızda bir rol model olarak görüyorsanız, siz de benim gibi dikkat etmelisiniz. bazen, onların hayatına çok paralel kaldığımı, arada bir zigzaglar çizmem gerektiğini hissediyorum. o anlardan birinde yaptığım başvuru sayesinde de buradayım zaten.


bu da Frühstück Istanbul'umuz. Cafe de gayet Alman üstelik!
bir de... uzun bir aradan sonra, tekrar merhaba.
törpülü tırnaklarımdan ve bordo ojelerimden de selamlar! =)
16 Nisan 2010 Cuma
take me home...
üstüne bir de dodo'mun yazısını okudum, katmerlendi mi tüm hisler?
programlar iptal edilsin, tatlıcığım ekilsin. yengeç, kabuğuna çekilsin.
bu geceyi, sadece evi özlemeye adıyorum.
clocks'ın sert ritmleriyle su yolunu bulsun diyorum. aksın, gitsin ne varsa içimde..
14 Nisan 2010 Çarşamba
it's cool to be schwul
akşamları yeni adetim facebook chat'e girmek, bütün geceyi öldürmek ama çok gülmek çok mutlu olmak.. bu adetim, dün birbirimize verdiğimiz sözden ötürü artık son buluyor inşallah. artık o saatleri internette değil yanyana harcamak lazım.
insanın sevdiği şeyleri yapması ne kadar önemli. mesleğimi, dalımı o kadar sevmeme rağmen tezimde konumla ilgili bir şey yapmadığım anda dikkatim öyle bir dağıldı ki kısır bir döngünün içinde buldum kendimi. ilgim olmayan konu bir eşik gibi, ve ben onu görmezden gelip erteledikçe asla tezimin asıl istediğim kısmına gelemeyeceğim biliyorum. ona rağmen içimden aptal bir bilgisayar programını açıp bütün gün modelleme dilini öğrenmek gelmiyor işte. .
son günlerde, oradan oraya boş beleş, avare avare dolaşırken çok gezdim ve çok gördüm. bir sürü gözlem yaptım. yavaş yavaş hepsinden bahsedeceğim.
Berlin'de ne kadar alman ve alman kültürü var o da tartışılır bir durum ama en azından bir Berlin kültürü olduğu kesin!
mesela homo"hobik"liği... bu şehre gelecek/gelmek isteyen/gelmeyi düşleyen herhangi bir kıza verebileceğim tek bir tavsiye var: hayatının aşkını bulma ümidini buraya bırakma! ben, geçirdiğim dört ayın sonunda beynimdeki "avrupa'lı erkekler" klasörüne girdim, settings'e tıkladım, default setting'i "straight"ten "gay"e çevirdim, apply dedim ve kaydettim. artık önüme gelen herkes gay benim için; eğer aksi bir durum varsa baya bir ispatlamalı.
gay olmanın cool olduğu, insanların birbirlerine "adamım!" yerine "hey, ma' gay!" dediği bir şehirde, saçlarını sala sala yürüyüp ayakkabının yüksek topuklarıyla kaldırımı tıklattığında, dünyanın herhangi bir şehrinden çok daha az ilgi görüyorsun. ilk önce alınıyor, bozuluyorsun. nasıl yaa, herkes çipil, ben melez tenliyim, niye bakmıyorlar yaa?! diye kalıveriyorsun. sonra önünde, arkanda, sağında ve solunda yürüyen tüm 23 beden (kız bedeni) skinny ötesi kotla sarılı minik popolarını oradan oraya sallayan erkekleri görüp boşvermeyi öğreniyorsun. bu, ilk aşama.
bir süre sonra, yolda elele dolaşan erkekler görüyorsun, kulüplerde öpüşenler oluyor, şehrin gençlik dergisinin arkasında kulüpler ve partiler listesinde gay clubs başlığı altında uzanan uzun listeyi görüyorsun, boşveriyorsun. bu da ikinci aşama.
son aşamada, akşam çılgın bir partide yakışıklı mı yakışıklı bir çocukla takılıyorsun. ertesi gün, çocuğun gay olduğu dedikodularını duyuyorsun. suç mu duymalısın, tiksinti mi bilemiyorsun. "en azından biseksüel olsun yahu!" diyorsun, bu da son aşama. bir bakmışsın, pratikte artık sen de bir homo"hobik"sin ;)
iş burada da bitmiyor bazen. bir bakıyorsun, birileri seni de gay ilan etmiş. bana oldu bu. hatta her kız kıza takılan kıza oluyor galiba. buradaki en yakın arkadaşım sena'yla siyam ikizleri gibi ortamlarda hep beraber gezdiğimiz için -aramızda (buradaki tüm jenerik insanların yaptığı gibi)hiçbir dokunmalı/öpmeli şaka yapmamamıza rağmen- bizi couple sanmaları üzerine, üzgünüm sevgili okuyucu ama, "oooooha" yı bastık. bütün bir gece, ne kadar straight olduğumuzu ispatlamak için varımızı yokumuzu seferber ettik. homohobik olsak bile onlardan biri değiliz dedik durduk ama gecenin sonunda erkek arkadaşlarımızın yüzünde hala o ikna olmamış ifade vardı. hiç de olmayacaklar galiba.
homoseksüellere dair anlatılacak çoook şey var bu şehirde. çok ilginç şeyler duyuyor, öğreniyorum.
aslına bakarsanız, bu şehire dair anlatılacak çok şey var bu şehirde. beş ayda anlatılabilecek kadarını anlatmayı deneyeceğim.
o zamana kadar dinlemede kalın, bis zum naechsten Mal!*
* gelecek sefere kadar hoşçakalın!
** şu an bende olmayan bir fotoğraf var, ben ve bir grup erkek arkadaşımın fotoğrafı. benim dışımda herkesin hafif/ağır gay olduğu bir fotoğraf. ileriki günlerde editleyip koyacağım. tchüss!
11 Nisan 2010 Pazar
preciosa
bugünden çok korkuyordum. 11'ler bana son bir buçuk yıldır (eski) sevgilimi çağrıştırırdı; ay dönümümüz olması itibariyle. korktuğum olmadı.
çok güzel bir gündü.. buluştuk, bolca yürüdük, hayatımla diğer insanlardan daha farklı ilgilenen birinin yeniden hayatımda olmasının tadını çıkardım; bıdı bıdı konuştum, o dinledi. o konuştu, ben dinledim. ellerimiz üşüdü çok. ona rağmen gittik leziz bir Peru dondurması yedik sonra da Berlin'in en güzel parkını keşfettik. yattık çimlere kahkaha attık. psikolojisini güneşe endeksleyebilen iki insan olarak zor o kadar kapalı bir havada kahkaha atabilmek. yürüdük yürüdük sonra yine, ben geç kaldım arkadaşlarımın yanına, leyla gibi farklı cafe'ye gittim, kimseleri bulamadım. sonra döndüm şehrin diğer ucuna gittim. adım çıktı leyla'ya, haydi hayırlısı.
belki çok şey, belki de hiçbir şey. yaşananlar ya çok gerçek ya da çok yalan. tam ortasındayım her duygunun. hislerimin sivrilikleri kalmadı, ne gelirse yaşarım gibi bir şey. tek yapabileceğim, hayatın karşıma güzel şeyler çıkarmasını dilemek...
bu ayın 11'i son birkaç ayın 11'i gibi geçmedi. az biraz da onun sayesinde.
ve ben nolursa olsun, her şeyin gerçek olmasını istiyorum. sonunu düşünmeden, kalbime layık sevmek istiyorum.
mümkün mü?
5 Nisan 2010 Pazartesi
Frohe Ostern!

çocukken yemeye kıyamadığım, bu yüzden de beyazlaşıp bayatlamaya mahkum edilen çikolataların kaderi bu sefer farklı olacak :)
sonrasında giyindik, süslendik vee doğruca brunch'a! brunch yolunda ev sahibimin kızıyla buluştuk, hep beraber güle oynaya güzel bir italyan lokantasının yolunu tuttuk. oturduğumuz gibi bir baktım, ev arkadaşımın kızının da ellerinde küçük poşetler var! ikinci hediyem de gelmiş oldu böylece. çocukluk günlerime döndüm, şen çocuklar gibi tavşanlarımla poz verdim, eğlendim, güldüm, sonra da tıka basa yedim.

işte bu da ikinci hediyem- bir tavşan, bir vanilya mumu ve bir parlatıcı.
çılgın ev arkadaşım ve ben, tavşanlarımızla "call me" mesajı verirken
ev arkadaşımın kızıyla beraber, ben yine hediyelerim dolayısıyla pek bir gülüyorum.
çok güzel bir paskalyaydı; Hristiyan, Müslüman, Musevi ya da her ne diniyse onun geleneği farketmez; insanlarla paylaşılan, mutluluklarına ortak olduğunuz tüm özel günler tüm insanlara ait bence. ben dün çok mutlu oldum ve o "aile" duygusunu yaşadım. ve yaşattım da; ev arkadaşım çok mutlu oldu.
herkesin paskalyası kutlu olsun!
3 Nisan 2010 Cumartesi
geç mart, gel nisan
bir süredir yazmıyorum, olaylar oluyor. her şeyden önce Gülş bana çooook güzel bir mesaj yazdı, onu okudum ve çok mutlu oldum. You made my day, Gülş! yazmaya devam, fotoğraf tavsiyesi de artık aklımda. arkadaşlar iyidir.
bir süredir fotoğraflara bak(a)mıyorum. durup dururken kendimi üzmeye gerek yok. ama, yakın zamanda bahardan, berlin'den fotoğraflar geliyor.
burada yarın paskalya başlıyor. her yer yımırt ve tavşan dolu. geçen gün eve geldiğimde ev arkadaşımı (nam-ı diğer anneannem) koltuğunda beti benzi atmış, mutsuz buldum. parası olmadığı için paskalya dalları alamamış, son zamanlarda istediği hiçbir şeyi yapamamıştı. hayatımda hiç bu kadar deneyimli, yaşlı bir insanı teselli etmeye çalışmadığımı fark ettim. zor oldu. sonunda gece karanlığında indik aşağı, apartmanın bahçesindeki çalılardan dallar kestik. halimiz gerçekten görmeye değerdi; 23 yaşındaki bir kız elindeki anahtarlık fenerle dalları aydınlatırken 70 yaşındaki kadın kağıt makasıyla dalları kesmeye çalışıyor. her şey bir yana, sonunda eve geldiğimizde morali düzelmişti ev arkadaşımın. bu her şeye bedel bence. bir de çok güzel süslemiş, bence yapay süslerden bile güzel görünüyor şimdi..
birileriyle tanıştım bu hafta. bitmek bilmeyen iltifatları ve çipil gözleriyle haftamı epey bir renklendirdiler. hayatıma devam eder gibi oluyorum, inanıyorum, seviniyorum. iki gün sonra geri tepiyor, herkesi itiyorum etrafımdan. benim hala umudum var diye başlayan günler, seni görebildiğim yer rüyalar artık.. deli diyorlar bana, ah bu ayrılık.. diye bitiyor bazen. ne yapmam gerektiğini bilemediğim dönemler silsilesindeyim;hem akademik hem de duygusal açıdan. belki de yeni çipil esmere bir şans vermek gerekiyordur. bilemiyorum.
ben hala nemrut ve ketum (eski) sevgilimi seviyorum...
hayat, genel hatlarıyla iyi. sıcaklıklar tipik dini bayramlardaki seyrini bozmayıp ani bir inişe geçmiş olsa da, artık güneş hiç terketmiyor buraları. yaz çocuğunun en ihtiyacı olan şey..
ha bir de, dün babamın 60. doğumgünüydü. annem ona çok güzel bir sürpriz parti hazırlamış; babam eminim tüm sevdiklerini gördüğüne çok sevinmiştir. ama daha da iyi bildiğim bir şey var. o da babamı o gün en mutlu eden şeyin mangalda yenen bonfileler olduğu... tontonumun yanında olmak isterdim. canım babam, seni çok seviyorum!
sonunda bir telefon geldi. artık vakit gezme vaktidir. sayı olarak az olsa da, buradaki arkadaşlarımı da seviyorum pek çok. hayatımdaki değişiklikleri beynim de kabullenirse, bir bakarsınız o arkadaşlara biri daha eklenir, farklı bir sıfatla.. kimbilir.. Berlin, baharda çok güzel oluyor. yaz daha da iyi olacak. paylaşmam lazım, sevmem lazım.
seni sevsem, sen de beni sevsen iyiydi ya.. ısrarla istiyorsun başkalarını sevmemi. tuhaf..
bekleyelim ve görelim. ne demiş ayşecik. sevelim, sevelim, seveliimm...
29 Mart 2010 Pazartesi
yuvarlanıp gidiyoruz
sonrasında o dönmek istemediğim yurda gidip 3 ayda "çok fena kirlettiğim" duvarları boyamak için boya almaca.. yarın, hayatımda ilk defa duvar boyayacağım; ilginç bir deneyim olsa gerek, şimdiden heyecanlanıyorum. sanatın her konusuna olan yeteneğimin ilgimden çok daha geride olması nedeniyle biraz çekinmiyor değilim. bakalım görelim.
sonrasında okula gidiş, arkadaşımla bir kupa kahve, oradan hop Deutsche Bank. babam sağolsun durumu; param yatmış. yeniden yaşayabilirim; ama artık burs bittiğine göre hesaba kitaba daha bir dikkat etmek gerek. hazırdan yeme durumu bitti, yeniden babamın kanatları altındayım.. canım babam, seviyorum tontonumu.
sonrasında koştur koştur kendi kampüsüme gelmece, çabucak koridordan sıvışmaca. kimse farketmesin diye öğle tatilinde geldiğimi; tamam belki sabahleyin çok işler hallettim ama bunu kim nereden bilsin. neden insanların düşündüğünü bu kadar takıyorum derseniz... ben de bilmiyorum, sanırım bunu değiştirmeyi de reforme listeme üst sıralarda sokabilirim.
ve sonrasında.... onu düşündüm. bir düştü aklıma ki çıkmıyor.. elim telefonda, yeşil ile kırmızı tuşa basmadan gidip geliyorum. tam akşam aramaya karar vermişken, hoop bir bakıyorum gmail'e giriyor. hemen atılıyorum tabi, naber muhabbeti. ben iyiyim, o pek iyi değilmiş. sağ kolu uyuşuyormuş. kıyamam ben ona, ama o bunu bilmiyor. sonrasında garip bir muhabbet geliyor; birden suçlandığımı farkediyorum. ben geçmiş olsun derken nereden geldik"sen ayrılsaydın beni hiç özlemezdin, ya da ben soğutsaydım seni kendimden hiç önemsemezdin" muhabbetine ben bilemedim. sonra ben ondan cevap beklerken çıktığında da anlam veremiyorum, hadi diyorum bir arayayım, herhalde bir yanlışlık olmuş. olmamış yanlışlık falan. bildiğin "suratıma kapatmış" gmaili. konuşmak için ısrar ettikçe ben, daha da cömert davranıyor kırıcı olmakta. kapıyorum telefonu ve konuyu. sinirden bir yazı yazıyorum. ama bu sefer adres blog falan değil; doğruca onun maili. hakediyor böyle zehir gibi bir maili; umarım geçerliğini kaybetmeden okur tembel teneke..
sonrasında yalancı bir çalışma, kafayı rahatlatmak için uzun bir market alışverişi.. işe yarıyor; her zamanki gibi. en sevdiğim tren istasyonunda iniyorum. kulağıma Lilly'yi takıyorum. bir anda her şeyin rengi değişiyor, ruh halim 180 derece dönüyor. "music makes my world go round"u "music makes my world turn round" yapıyorum kafamda, ruh halim açısından. iyi tabi her şey; mutlu oluyorum birden; "aman, giden gitsin. kaybeden beni kaybeder" hali. ama stabil bir şekilde; öyle acınılası kız muhabbetlerinden biri gibi değil. gülümsemeye başlıyorum, kafam daha bir dikleşiyor, omuzlar geriye. ve saniyesinde tepkiyi alıyorum; tüm orta yaşlı alman erkeklerinin hayran bakışlarıyla. yok ki etrafta gülerek dolaşan genç kızlar! olunca kıymetli olunuyor tabi..
tren istasyonundan çıkıp yürüyeceğim uzun ve geniş caddeye, önümde uzanan ışıklara ve şık insanlara bakıyorum. tam o sırada, solda köşedeki çiçekçide dışarıda satılan saksıdaki sümbülleri görüyorum. nasıl da güzeller! hem de sadece 3,90 euro. seçmek için bir tanesini, ne tomurcuklarını sayıyorum, ne de yapraklarını kontrol ediyorum. bugün duygusalım. hepsine teker teker bakıyorum, kendime en yakın hissettiğimi alıyorum elime. saksının içine bir tane de dekorasyon batırmışlar, keçeden sarı bir kelebek. hani, şu senin rüyanda beni beraber gördüğün sarı kelebeklerden.. taksim'de görmemi istediklerinden, yorgun geçen günüm sonrası.
ama, bugünden itibaren senin anılarını silmenin ikinci aşamasına geliyorum. çünkü beni çok kırdın. ayrıldıktan sonra seni hala olumlu hatırlamam, hala psişik olmamızın sana rahatsız gelmesi asıl bana rahatsız gelen. kırıcısın ve hödüksün. gittikçe de artıyor bu durum. ah, ne yapmaya çalıştığını bir bilsem...
çiçeğime güzel bir paket yapılıyor, tam o sırada önümdeki yola bakıyorum ve Lilly "but I've got a life ahead of me and I'm just 22" diyor. çok basit sözler ama tam o sırada önümdeki yola bakmak için kafamı kaldırdığımda bana öyle gelmiyor işte. ve oracıkta sümbülümün adını Lilly koyuyorum, zaten uyuyor kendisine. şarkının adı "I could say" , tavsiye ederim.
tempolu bir yürüyüş sonrası terli terli eve gelmek ve pijamalarımı giymek ise gerçekten güzel bir his. gün geçtikçe domestik oluyorum, ve bu hoşuma gidiyor. özellikle bolca alkol, parti ve bir sürü yavşayan yüzeysel erkekle geçen bir haftasonundan sonra buna çok ihtiyacım var.
sen, (eski) sevgilim, sana gelirsem... bugün tam bir "ahmak" gibi davrandığını söylemem gerek. seni sevdiğime pişman olmamak için elimden geleni yapıyorum, birtakım kararlarını dönülmez kılmak için ortaya koyduğun tüm bu tavırlarla bana yardım etmiyorsun. ne seni unutabiliyorum, ne de nefret edebiliyorum.
umarım bugünkü sözlerimden az çok bir şeyler dank eder kafana. taş gibi acıtır biraz ve belki de yardımcı olur unuttuklarını hatırlamana. unuttuğun güzel anıları ve benim de iyi bir insan olduğumu özümde...
25 Mart 2010 Perşembe
.
çiçekler.. aldığın tüm çiçekler. neydi en sevdiğim çiçekler sorardın da sorardın. en sevdiğim çiçekler, senin aldıklarındı. ister papatya olsun ister orkide.
daphne mesela. sarılıp içimize çekmemiz yeniden birbirimizi. güzel bir bahar defnelerle başlamıştı bizim için. portakal suyuyla mutlu olmamız kahvaltıda. bir biz bir de başka bir çift, yine kaçak. sonra o muhteşem teras, bütün Sultanahmet ve sonrasında İstanbul ayağımızın altında. orada da öpmüştün beni, ve sonra Bebek Parkı'nda da. oyuncaklara inip biniyorduk, sonra da hop koşup öpüyordum seni. çünkü çok özlemiştim. özlemesi iki çift dudağın birbirini o kadar..
o daphne gününden sonra kafama koymuştum. olur da bir gün sen de beni çok seversen, sonra annemler seni, senin annenler beni, büyük aileler birbirini severlerse, sonra bir gün sen cesaretini toplarsan ve bana hayalimdeki "basit ama orijinal" evlilik teklifi edersen ve ben de sana filmlerdeki gibi "EVEET" diye bağırırsam ve sonra 2012'de dünyanın patlayacağına inancın tam olmasına rağmen benim için askere gidersen ve gelirsen ve sonra bir sürü yüzük takarsak ve kır düğünü yaparsak ve sonra çekirdek ailemiz hala birbirini severse ve bu sayede huzurumuz hep kalırsa ve biz birbirimizi zaten çok seversek ve sonra bir gün ben hamile olduğumu öğrenirsem sonra sana söylediğimde benim kadar sevinirsen ve sonra bi sürü çilek ve bi sürü kavun yersem ve küçük bir devanası olursam ve sonra bir gün o devanası karnım nispeten indiğinde ve kafamda pembe lohusa tacım, hastane yatağımın başucunda sen, dünya güzeli bebemizi elimize alırsak.. adı Defne olsun. du.
"times are hard for dreamers" der bir dostum çok sık, o geldi aklıma.
sonra, tüm diğer hayallerimiz. pazarcılık mesela! domates satmak. organik pazar açmamız Ege'nin bir kasabasında. antik kuntik hayaller değil, iki içine kapanık insanın aradığı dinginlikti bizimkisi. tek hareket pazarlık olsundu, yanyana tezgahlarımız, birbirimize arada bir bakıp "domaaat" diye bağıralım diyeydi tüm çabamız.
içimize kapanırken birbirimize dönerdik biz. kollarımızla örerdik etrafımızı, hayallerimizi de içimize alır kozamıza kapanırdık. güzel bir kelebek olmayı başardığımız tüm zamanlar, hala ve hep, eşsiz.
seni çok ama çok özledim. neden bilmiyorum. daha doğrusu, neden bugün?
mutlu anıları düşündüm son bir saat boyunca. ağladım mutfak camından dışarı bakarken. öylece, sakin sakin düşünüp ağladım.
bu satırları sana yazabileceğim günler vardı. gerisi yoktu. bugün sadece güzel günler var aklımda. dışarıdaki rüzgar gibi gelip geçiyor üzerimden. dışarıdaki rüzgar gibi onlar da, üşütmüyor.
tutman beni tutkuyla, ve seni bu kadar özlemem bugün. seni bu kadar sevmem ve nefret ederken bile anlamam bir kere daha sana aşık olduğumu. hepsi benim bir parçam oldu seninle. başkalarına basit sözcükler gibi gelirken bu isimler -pazarcılık kadar basit belki de- bana seni hatırlatıyor hepsi.
sana yazamadım, geldim buraya yazdım. kek yapmadım, güzel de yazmadım. ama rahatladım.